Demokrasi ve Askeri Müdahale 18-Mayıs tarihli Radikal'de M.A. Kışlalı'nın yaptığı gibi bazı yazarlar ve konuşanlar, rejimin tehlikeye düşmesi durumunda askerin rejimi korumak için müdahale etme hakkı veya ödevi üzerinde duruyor, bunun bir "zaruret olarak meşruiyetinden" söz ediyorlar. Mesela Kışlalı şöyle diyor: "Bu iki (laik nesiller ve anayasal kurumlar), 'Kemalist' içeriğe muhafızlık yapması beklenen sistemin işlevinde güçlükle karşılaşması halinde, kendisine Anayasa ve diğer yasalarla, bu alanda misyon tevdi edilmiş Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mevcudiyeti...Bütün kapılar kapandığında, yasal içeriğiyle Cumhuriyet'i koruma görevi askere kalabilir" (Bu yanıtı), muhataplarımda şaşkınlık yaratsa da inanarak veririm." Sayın Kışlalı, cevabının muhataplarında şaşkınlık yaratacağının farkında; niçin böyle; çünkü öngördüğü tedbir demokratik cumhuriyet ilkelerine ters düşüyor. Demokrasilerde ordu, rejimin değil, ülkenin güvenliğinden sorumludur ve seçilmiş iktidarların (halk iradesinin) emrindedir. Nitekim genelkurmay başkanı da "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu" diyerek bu kuralı açıkça ifade etmiştir. Beni asıl şaşırtan ve rahatsız eden husus, rejim tehlikesi ve buna karşı ordunun görevi konularının bugünlerde gündeme taşınmasıdır. Bu günlerde olan biten nedir? 1. Bazılarının içlerine sindirmekte güçlük çektikleri "İmam Hatip mezunu bir zatın başbakan olması", 2. İçlerinde İmam Hatiplilerin de bulunduğu meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişte uğradıkları haksızlığın ve hukuk dışı eşitsziliğin kısmen ortadan kaldırlmasını sağlayacak bir kanun. Bunlar mı rjimi tehlikeye sokan gelişmeler? Bu soruya verilen cevap şöyle. "Devletin içine (bürokrasiye) dindar okumuşlar yerleşirse bu önce ikilik doğurur, sonra da rejimi tehlikeye sokar; yani bu bürokratlar anti-laik şeriat düzenini getirirler... Böyle bir mantığa ağlamak mı, gülmek mi, dudak büküp geçmek mi gerekir bilemiyorum, ama koca koca adamlar bunları söyleyip yazabiliyorlar, koca koca başka adamlar da bunlara inanıyorlar. Mesele İslam ve laik-demokratik rejim zıtlaşması olduğuna göre analize buradan başlayalım: İslam ile belli bir laiklik yorumunun çatıştığı -bana göre- tartışma götürmez bir gerçektir. Ama İslam ile bir tür demokrasinin ve cumhuriyetin çatışmadığı da -yine bana göre- kesindir. Aklı başında ve dinini bilen hiçbir müslüman saltanatın (bu manada hilafetin, padişahlığın, şahlığın..." geri gelmesini istemez. Demokrasi, yönetimde halk iradesinin hakim olması ve herkesin hak ve özgürlüklerinin -aksine, hukukun kabul edeceği bir zorunluluk bulunmadıkça- korunması demek olduğuna göre, yine şuurlu bir müslümanın bu manada bir demokrasiye cephe alması da düşünülemez. Dine cemiyet hayatında (bu manada kamusal alanda) yer vermeyen, başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vermediği halde vatandaşların, dini inançlarını yaşarak cemiyetin ve devletin bütün alanlarında var olmalarına mani olan bir laiklik anlayışı, yalnızca İslam'a değil, dünyada mevcut birçok demokrasi anlayışına da aykırı düşmektedir. Bütün bunlar da tamamen bugünün gündemi dışına düşen teorik analizlerdir. Günümüze gelelim: Bazı İmam hatip kökenli insanlarımızın yönetici ve bürakrat olmaları, İmam hatip mezunlarının, imtihanını kazandıkları üniversitelere girebilmeleri ile rejim tehlikesi arasında ilişki kurmak ya istismardır veya ruhi bir hastalıktan kaynaklanmaktadır. Ortada fol da yumurta da yok iken ordunun müdahalesinden söz etmek da ülkemizde zaman zaman nüks eden bir başka hastalıktır, anormallik beliritisidir. Gerçek şudur ki, kendilerin ileri, demokrat ve rejim muhafızı olarak gören ve takdim edenler antidemokratik yol ve yöntemleri teşvik etmekle meşgul iken, hazmetmekte güçlük çektikleri İmam Hatipliler ve hizmet arkadaşları ülkeyi daha ileri bir demokrasiye, hak ve özgürlükler rejimine taşımak için geceyi gündüze katıyorlar. Dindar olan ve olmayan bürokratlar ikiliği konusunu da başka bir yazıya bırakalım.
Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.
|