HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Din, millet ve şeriat aynı şeydir
Şeriat kavramı bazen "Allah'ın hükümleri", "İslâm'ın ta kendisi" olarak tanımlanıyor. Bazen de "İslâm hukuku" (fıkıh) anlamında kulanılıyor. Fıkhî hükümler temel olarak Kitap ve Sünnet'e dayanmakla birlikte, din bilginlerinin yorumları, ictihadları, hatta toplumun örfü de bu kapsama girebiliyor. Dolayısıyla bu iki tanım arasında önemli farklılıklar var. Siz hangi tanımı doğru buluyorsunuz?
Şeriat kelimesinin farklı mânalarda kullanılması, hem Kur'ân-ı Kerim'den, hem de ilmî, İslâmî gelenekten kaynaklanıyor. İlgili âyetlere ve Peygamber Efendimiz'in açıklamalarına dayanarak İslâm âlimleri din, şeriat, millet terimlerini aynı mânada da kullanmışlardır. Allahu Teâla'nın koyduğu bir düzen, bir nizam olması bakımından "din"; bir topluluğu çerçevesi içinde toplamış olması bakımından "millet"; ve insanların fert ve toplum olarak takip edecekleri yolu, hayat tarzını göstermiş olması, bir yol ve yöntem çizmesi, oluşturması bakımından da "şeriat" kelimeleri aynı mahiyeti farklı açılardan tanımlamak için kullanılmıştır. Buradan bakarsanız din, millet ve şeriat aynı şeydir ve farklı bakış açılarına göre aynı şeyin farklı isimlerle anılmasıdır diyebilirsiniz. Kur'ân-ı Kerim'de Şûra sûresinin 13. âyetinde Allahu Teâla, Peygamber Efendimiz'e vahyedilen, Hz. Nuh'a vahyedilen, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya vahyedilen, gönderilen, tavsiye edilen şeylerin aynı olduğunu; birine vahyettiğini diğerine de vahyettiğini ifade buyuruyor. O halde, burada "Şerea", size şeriat kıldı, size yol olarak belirledi, size din kıldı anlamında kullanılmıştır. Şeriat da şeria kökünden alınmıştır. O halde bu âyete göre şeriat ve din aynı mânadadır. Hemen o sûrenin âyetlerini okumaya devam ettiğimizde 21. âyete gelince, şeriat ve din yanyana kullanılıyor: "Onların bazı Allah'a ortak koştukları Tanrıları var da, onlar Allah'ın izin vermediği dini onlara din olarak mı getirdiler, koydular?" mealindeki âyette gene yukarıdaki gibi din ve şeriat yanyana kullanılıyor; din olarak meşrû kıldılar mânasında... 13. âyette Allahu Teâla'nın din olarak şeriat kıldığı ve bunu da bütün peygamberlerine aynı şeyleri vahyetmek sûretiyle yaptığı ifade ediliyor; 21. âyette ise şeriat koymanın, şeriat getirmenin, şeriat vahyetmenin ancak Allah'a mahsus bulunduğu, Allah'ın izin vermediği hiçbir mahlûkun şeriat koyma, din getirme hakkının bulunmadığı açıklıkla ifade ediliyor. Bu iki âyette diyebiliriz ki din ve şeriat eş mânada kullanılmıştır.
Câsiye sûresi'nin 18. âyetinde şerea kökünden türetilmiş bulunan "şeriat" doğrudan doğruya kullanılıyor ve orada aynı şekilde "Seni de bu işten yani din işinden şeriat kıldık; ona uy ve bilmeyenlerin arzularına uyma" deniliyor. Şimdi "emirden bir şeriat üzere kıldık" demek sana bir din verdik, sana bir şeriat verdik ve o şeriata sen ve ümmetin uyacaksınız, onun dışında ve ona aykırı herhangi birşeye uymayacaksınız denilmiş oluyor. Burada da şeriat en geniş mânasında yani din, İslâm ve milletle eş mânada kulanılmıştır. Mâide sûresinin 48. âyetinde ise peygamberlerden her birine bir şir'a ve minhac verildiği ifade ediliyor: Şir'a kelimesi de yine şeriatla aynı köktendir, bir nevi şeriat demektir. O halde burada şeriatın bir özel mânasına geçmiş bulunuyoruz. Bu âyetlerin tamamını bir araya getirip yorumladığımızda Allahu Teâla'nın bütün peygamberlerine, hepsinde ortak olan bir din gönderdiğini, bir de peygamberden peygambere değişen bir kısmını gönderdiğini görüyoruz. Dini gönderen, dini vahyeden Allah'tır; ancak şeriat bu ayete göre iki parçaya ayrılır: Bir parçası bütün peygamberler arasında ortaktır, değişmezdir. İşte bunlar iman esaslarıdır, ahlâkî ilkelerdir, insanlık yaşadığı sürece değişmez kurallardır. Biri de insanların yaşadığı tarihe, coğrafyaya, sosyal, ekonomik şartlara göre, yine Allah'ın iradesiyle ve izniyle değişen kısmıdır. Özellikle bu değişen kısma da şeriat denildiği olmuştur. O halde şeriatın iki mânası vardır: Biri bütün ilâhî, semavî dinlerde Allah'ın vahyettiği değişmeyen kısım; biri de yine vahiy ettiği dinlerde yer alan ve değişen kısım. Bu değişen kısım da daha ziyade fıkıh kitaplarında "muâmelât" diye ifade edilen iktisadî, siyasî, sosyal ve ekonomik düzen olduğu için yine terminolojide şeriat kelimesi bunları kapsamak sûretiyle fıkıh (İslâm hukuku) karşılığında da kullanılmıştır. Son peygamber Hz. Muhammed Mustafa'dan (s.a) önce gelmiş geçmiş peygamberlere Allahu Teâla bir dini, bir şeriat'ı gönderiyordu; sonra onun değişmeye açık kısmını, toplumun uğradığı değişim sebebiyle değişme ihtiyacı ile karşı karşıya kaldığında ikinci bir peygamber gönderiyordu; o da yeni hükümleri tebliğ ediyordu. Peygamber Efendimiz'in dünyayı teşriflerinden sonra, kendileri son peygamber oldukları için din tamamlandı. Kur'ân-ı Kerim eksiksiz olarak tesbit edildi, ümmete bırakıldı. Peygamber Efendimiz 23 yıl bu dini uyguladı; Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle, O "en güzel örnek" olduğu için bu uygulamayı da Allah rızasına en uygun biçimde yaptı. Dolayısıyla Kur'ân'ın yanında, Peygamber Efendimiz'in açıklamaları ve uygulamaları anlamında Sünnet kaynağı oluştu. Yine peygamberimiz sahabe vasıtasıyla ümmete gerek Kur'ân-ı Kerim'in ve Sünnet'in bir hikmete, bir sebebe dayalı olarak açık bıraktığı, doldurmadığı alanların; ve gerekse örf ve adete dayalı ve bağlı, maslahata bağlı ve dayalı olarak konmuş hükümlerin yine bu ilkelere dayalı olarak değişmesini sağlamak için ictihad kapısını açtı. Evet, Peygamberimiz Sahâbe-i Kiram'a öğreterek bu kapıyı açtı. Niçin açtı? Çünkü artık bir daha peygamber gelmeyecek, değişmesi ve doldurulması gereken alanlar, yeni hadiselerin ihtiyaç gösterdiği yeni hükümler, yeni vahiylerle değil, yeni ictihadlarla doldurulacaktı. Din bu şekilde ebedî olacak, yani insanlık yaşadığı müddetçe onu isteyen ve ona girenlerin ihtiyaçlarını sağlayacak, temin edecekti. Bunun için ictihad kapısını açtı; nasıl ictihad edeceklerini de Sahâbe-i Kiram'a öğretti; onlar da sonraki nesle, onlar da sonraki nesle bunu öğrettiler; bunun usûlü ortaya çıktı, kitaplara geçti. Artık Müslümanlar Kur'ân-ı Kerim, Sünnet ve bunların ışığında usûl-i fıkhı kullanmak suretiyle hayatlarını dine intibak ettirmek, dine uyarlamak imkânını ve yolunu elde etmiş oldular. Binaenaleyh, hem Kur'ân-ı Kerim'in ortaya koyduğu bir hüküm, hem Sünnet'in ortaya koymuş olduğu bir hüküm, hem de âlimlerin Kitâb ve Sünnet'in ışığında, delaletinde fıkıh usulünü kullanarak ortaya koyduğu hüküm şeriat olduğuna göre, din olduğuna göre, bu bakımdan da dinin, yani şeriatın değişen ve değişmeyen kısımlarının olduğunu söylememiz ve hatırda tutmamız gerekir. Bu şeriatta değişen ve değişmeye açık olan kısım, daha baştan örfe, âdete ve belli bir faydaya, maslahata bina edilmiş hükümler ile belli asırlarda, muayyen bir tarih ve coğrafyanın içinde yaşamış ve o güne mahsus ihtiyaçlara Kitâb ve Sünnet kaynağından cevap vermiş olan müctehidlerin ictihatlarıdır. Bunlar değişmeye açıktır. Örf değişince, âdet değişince, maslahat değişince, şartlar değişince yeni İslâm müctehidleri, yine aynı usûlü kullanmak sûretiyle yeni durumun gerektirdiği yeni hükümleri açıklarlar, bu da şeriat olur. O halde şeriat yalnız Kitâb ve Sünnet'in naslarına, âyet ve hadislere dayanan hükümler değil, aynı zamanda ictihada dayanan hükümlerdir. İctihada dayalı hükümler şeriat değildir, denilemez; yeni bir ictihat ortaya koymadıkça mevcut ictihad bağlayıcıdır. O ictihat Allah'ın iradesini, yani dinini ifade etmektedir.
Siz şeriatı nasıl tanımlıyorsunuz?
Birinci sorunun cevabında aslında benim şeriat tanımım da var. Burada onu biraz daha derli toplu ifade etmek gerekirse, benim de katıldığım, şeriatın iki mânasının olduğu, şeriatın anlam ve içeriğinin iki farklı mahiyette bulunduğudur. Birisi şeriat eşittir din ve İslâm; ikincisi şeriat eşittir dinin bir kısmı, yani siyasî, iktisadî, ictimaî ve hukukî hükümleri, düzeni ifade eden kısmı. Birinci kısım, daha doğrusu birinci mânada Şeriatın bütün dinler ve peygamberler arasında ortak olan bir alanı vardır. Bu da inanç esaslarıyla ahlâkî ve insanî ilkeler ve değişmez gerçeklerdir. Geniş mânada din ile aynı mânada olan şeriatın ikinci bir alanı vardır ki o değişime açıktır. Daha önceleri, yeni peygamberler gönderilmek suretiyle, Peygamberimiz'den sonra ise yeni ictihatlarla bu kısım değişmektedir. Hiç şüphe yok ki, bu ikinci kısımda da, yani cemiyet nizamı ile ilgili olan kısımda da Kitâb ve Sünnet'in evrensel, ebediyete kadar daim ve câri olacak hükümlerle belirlediği ve değişmez ilkeler, kurallar vardır. Ama bunun yanında, özellikle ve daha ziyade ictihadî olanlar değişmeye açıktır. Şeriatın dar mânası ise, geniş mânadaki şeriatın bir kısmını ihtiva eder. Şeriat eşittir İslâm hukuku, iktisadî, siyasî ve ictimaî nizamı, bu nizamı oluşturan kurallar bütünü şeklinde tanımlayabiliriz.

Şeriat kavramının anlam ve içeriğinin belirsizleşmesini yalnızca İslâm düşmanlarının kötü niyetleri ile açıklamak doğru mu, yoksa bu konuda bizim de kusurumuz var mı?
Elbette bu konuda bizim de kusurumuz var. Hem bir değil, iki. Biz hem şeriatın eğitim ve öğretiminde, hem de onun uygulanmasında kusur ettik. Önce şeriatı kendi mahiyetine uygun bir şekilde ve yaygın olarak insanımıza öğretemedik. Bu kelimeden korktuk. Ben İmam Hatip okuluna ilk öğretmen olduğum zaman fıkıh usûlü dersi vardı, fakat fıkıh dersi yoktu. Çünkü fıkıh şeriatı içeriyordu; şeriattan ise korkuluyordu. Yüksek İslâm Enstitüsü'ne hoca olduğumda fıkıh usûlü ve fıkıh dersleri vardı. Fakat fıkıh muhtevası parçalanmış, onun yalnızca ibadet ve miras hukuku kısmı konmuştu. Miras hukukunun konmasının sebebi de 1926'dan önce vefat etmiş ve mirasçı bırakmış kimselerin terekesini taksimde mahkemelerin bilirkişi olarak müftülere, din âlimlerine başvurması vakıasıydı. Bu konuda hazırlıklı olsunlar diye istikbalin vâiz ve müftüleri olan Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencilerine vakıflar ve miras hukuku ile ilgili bilgi veriliyordu. Bunun dışında kalan konularda bilgi verilmiyordu. Ben 1961-63 yılları arasında Kadıköy'e merkez vâizi olduğumda elime bir vâizlik vesikası verilmişti. Bu vesikanın iç sahifesinde vâizin vaazlarında nelerden bahsedebileceği ve nelerden bahsedemeyeceği belirtiliyordu, madde madde...
Özetlemek gerekirse İslâm, imanı, ahlâkı ve ibadetlerinden bahsedebilirdik; ama fıkıhtan, şeriattan sözedemezdik. Bunu anlatamaz ve ifade edemezdik. Bu böyle devam etti geldi... Okullara din dersi kondu. Bu dersin müfredatını devlet ilgili birimlerinde belirledi ve orada da yine sansür sözkonusu oldu. İslâm ne ise, şeriatıyla değişen ve değişmeyen kısmıyla bütün semavî dinlerle ortak olan ve olmayan kısmıyla, ne ise olduğu gibi öğretilsin denilmedi. Halbuki siz laik olabilir, şeriatı uygulamak istemeyebilirdiniz. Ama onu öğretmemek, insanınıza doğru bilgi vermemek, insanınızı yarım bilgiyle yetiştirmek olurdu. Avrupalı Hıristiyan, Yahudi sizin dininizi bir bütün halinde bilirken, kendi insanınıza, hem de Müslüman olan insanınıza o dini öğretmemiş olurdunuz. İşte bu önemli bir kusurdu.
İkincisi, uygulama... Biz Müslümanlar şeriatı bir bütün olarak almadık. Her bir fert, grup, siyasî-gayri siyasî grup, şeriatın, İslâm'ın belli bir kısmının altını çizdi. Hayatını onunla bütünleştirdi ve onunla toplum içinde ve dünyada kendini gösterdi. O gruba bakanlar şeriatı onun şahsında eksik gördüler, yarım gördüler. Bir cüz, bir parça olarak gördüler. Şimdi, çok etkili bir örnek olduğu için, İslâm hukukunu cezalar bölümüyle ilgili bir örnek vermek isterim: Zaman zaman gazetelerde okuyoruz veya başka bilgi kanallarından bilgi ediniyoruz: "Filan memlekette şeriatın uygulanmasına karar verildi." Arkasından örnekler sıralanmaya başlanıyor. Bir gün öncesinden o ülkede şeriat uygulanmazken, bir gün sonra uygulanmaya başlanmış. Ne değişmiş. Değişenler zina edenlere verilen ağır cezalar, hırsızların ellerinin kesilmesi, kadınların çarşaf veya benzeri örtülerle örtünüp, mesela sokağa çıkmalarının ya da yalnız araba kullanmalarının yasaklanması gibi üç beş maddeden ibaret. İşte "Şeriat uygulanmaya başlandı, Meclis'ten karar çıktı. Artık orada şeriat uygulanıyor" ilanının arkasında böyle üç, beş örnek gelince, dünya "şeriat budur" hükmüne varıyor. Tabiî ki şeriatı bütünüyle bilenler, şeriatın bundan ibaret olmadığının farkındalar; ama sorunuzda yer alan "İslâm düşmanları" deyimini şuurlu kullanıyorsak, bunların varolduğunu da unutmamamız gerekir. İslâm'ın düşmanı varsa, sizin vermiş olduğunuz eksik ve yanlış örnek, onların ekmeğine yağ sürüyor demektir. "Madem siz bunu böyle ortaya koyuyorsunuz, biz de bunu böyle algılar böyle ilan ederiz" derler ve bunda da haklı olurlar. Tam bu nokta ile ilgili Hz. Ömer'in (ra) bir örneğini hatırlayalım: Hz. Ömer de şeriatı uyguluyordu ve onun zamanında bir kıtlık yılı yaşandı. İnsanların bir kısmı doyuyor ama bir kısmı doyamıyor, aç kalıyordu. Bu aç kalanların bir kısmı karınlarını doyurmak için hırsızlık yaptılar. Onları yakalayanlar ise, Hz. Ömer'in yanına getirip hırsızlık cezasının verilmesini istediler. Hz. Ömer ise, "Bu insanları aç bırakıyor, sonra da cezalandır diyerek bana getiriyorsunuz. Eğer cezalandırmak gerekiyorsa bunları aç bırakanları cezalandırırım" buyurdu ve bu insanları serbest bıraktırdı. İşte şeriat budur. Şeriat insanları aç bırakıp, hırsızlığa sevkedip sonra onların elini kesmek değildir. Şeriat, öncelikle ictimaî adalet, vicdan, merhamet ve şefkattir. Şeriat, komşusu aç iken doyup yatmamaktır. Şeriat bir insanın dişi ağrırsa sizin de dişiniz sızlamışcasına rahatsız olmanız demektir. Bir insan acı çektiği müddetçe, sizin huzurlu ve mutlu olamamanız, içten gülememenizdir. Dünyanın herhangi bir noktasında bir zulüm, bir haksızlık varsa, insanlara zulüm uygulanıyor, insan hak ve hürriyetleri çiğneniyorsa, bizzat, özbeöz kendi hukukunuz çiğnenmişcesine rahatsız olmanız ve bu zulme karşı savaş ilan etmenizdir. Böyle bir bütünlük içinde şeriatı algılamaz, uygulamaz ya da yarım-yamalak uygularsanız; kimisine göre şeriat dünyadan el etek çekmek, bir hırka bir lokma olursa; kimisine göre şeriat iktidara tırmanmak için diğer partilerle mücadeleden ibaret olursa; kimilerine göre şeriat belli kılık, kıyafet ve şekillerden ibaret olursa; kimisine göre şeriat tamamen bunların zıddı olarak da sureti, şekli, kuralı bırakıp, işin özüne yönelmekten ibaret olursa; kimine göre şeriat sadece kadınları örtmek ve İslâmî cezaları uygulamaktan ibaret olursa; yani böyle gösterilirse, ortaya böyle konulursa, şeriatın tanınmasında ve tanımlanmasında da birtakım sapmaların olacağı açıktır.

"Kahrolsun Şeriat!" diye sokaklara dökülen güruha karşı Müslümanların tavrı ne olmalı?
"Kahrolsun Şeriat!" diye sokaklara dökülen güruh, sanırım iki gruba ayrılır. Bunlardan bir tanesi cahillerdir, bilmeyenlerdir. Yani İslâm'a dine inandığı halde, kendisine "Din başka, şeriat başkadır; şeriat İslâm'dan değildir. Şeriat birtakım yobazların, istismarcıların, din tacirlerinin kendiliklerinden ortaya koydukları kurallardır. Onun dinle, Kur'ân'la, Sünnet'le alâkası yoktur ve bu kurallar insanlığı Ortaçağın karanlığına götürmektedir. O halde herşeyden önce Müslümanlar bunlarla mücadele etmeli, bu anlamda şeriatın hayatlarına girmemesi için çalışmalıdırlar" diye anlatılan, bu anlamda kafaları karıştırılan insanlardır. Bunlar "Kahrolsun Şeriat" diye bağırdıklarında İslâm'dan çıkmazlar, dinden çıkmazlar, ama bir hususun doğrusunu anlamak için yeterince gayret sarfetmedikleri için; şeriatın çeşitli anlamlarını bildikleri, bu kendilerine söylendiği ve bu kelimeyi kullanarak arkasından da 'kahrolsun' dediklerinde, şeriatı hakikatine uygun olarak kullanan, algılayan ve yaşayan insanların bundan rencide olacaklarını bildikleri veya bilmeleri lazım geldiğinden dolayı da sorumlu ve kusurludurlar. "Kahrolsun şeriat" diye bağıranların ikinci grubu ise doğrudan doğruya dine ve özellikle İslâm'a karşı olanlardır. Belki Allah'a inanmayan, kesin olarak İslâm'ı kabul etmeyen insanlardır. Peygamber Efendimiz'i, O'nun getirdiği dini, nizamı benimsemeyen, ona karşı çıkan, en doğrusunu Kitâb ve Sünnet'in özünden anlatsanız dahi ona karşı çıkan "Ben bağlayıcı, iktisat, siyaset, hukuk, ahlâk, cemiyet kuralı istemiyorum. Vahye, dine dayalı, yani Allah'ın gönderdiği böyle bir kuralı tanımıyorum. Ben hayatımı aklıma ve arzuma göre yaşamak istiyorum. Bu anlamda hür ve özgür olmak istiyorum" diyen insanlardır. Yani dine, İslâm'a, Allah'a, peygambere, bu anlamda baş kaldıran insanlardır. Elbette ki onları bizim tekfir etmemize gerek yok. Elmaya elma, armuta armut, taşa taş, suya su demek gibi onlar da Müslüman değildirler. Belki de kendilerine Müslüman dediğinizde bundan rahatsız da olabilirler, oluyorlardır.
Bunlara karşı tavrımız ne olmalıdır? Birincilere doğruyu anlatmalıyız. Çünkü onlarla biz aynı değeri paylaşıyoruz. Madem ki biz de, onlar da Müslümanız, Allah'ı, Peygamber'i, Kitâb'ı kabul ediyoruz. Oturup şeriatın ne olup ne olmadığını, ona kahrolsun demenin caiz olup olmadığını söylemeliyiz. Kendilerine şeriat diye anlatılmış olan şeyin şeriatla alâkasının olmadığını anlatmalıyız.
İkinci gruba gelince onlara karşı tavrımız sabredebildiğimiz ölçüde şöyle olmalıdır: Biz bir geminin içerisinde beraber yaşıyoruz. Başka bir Türkiye, başka bir vatan, başka bir ülke yok. Bu ülke, her bir karışı bizim ecdâdımızdan birkaçının kanıyla kazanılmış, elde edilmiş ve "dârü'l-İslâm" olmuş, yani Müslümanların yurdu, ülkesi olmuş bir yerdir. Eğer sulh içerisinde insan hak ve hürriyetlerini karşılıklı olarak tanımak sûretiyle bu topraklar üzerinde yaşamak istiyorsak, bazı ortak değerler ve ilkelerde anlaşmamız gerekir. Aksi halde "Kahrolsun Şeriat" diyenler sokaklara dökülürse, "kahrolsun falan ve filan" diyenler de sokağa dökülmek durumunda kalırlar. Sonra sokaklar onları bir meydanda birleştirir. Yakın tarihimizde defalarca yaşadığımız manzaraları yeniden yaşarız. O halde, bütün bunları hatırlattıktan sonra, "Kahrolsun Şeriat" diyen ve İslâm'ı din olarak bizimle paylaşmak istemeyen insanlara "Sizin dininiz size, benim dinim bana" kaidesince davranmak gerekir. Yani: "Sizin bir dininiz ve inancınız vardır; bizim de dinimiz ve inancımız vardır. Geliniz karşılıklı olarak her bir ferdin ve grubun kendi inancını yaşaması hak ve imkânını birbirimize tanıyalım. Siz kendi inancınızı yaşayın, biz kendi inancımızı yaşayalım. Hiçbirimiz karşı tarafa inanç ve nizam dayatmasın. Her birimiz kendi inancımızı yaşama konusunda yardımlaşalım; yani insan hak ve hürriyetlerini koruma mevzuunda yardımlaşalım. Bir başka gücün, bir başka grubun hangimize olursa olsun, istemediğimiz, benimsemediğimiz bir inancı, bir nizamı dayatmasını engelleyelim. Laikliği, demokrasiyi böyle telakki edelim. Bu telakki içinde yardımlaşalım, anlaşalım ve bu ülke üzerinde yaşayalım. Yani, siz sokaklardan evinize, işinize çekilin. Ağzınızdan da 'kahrolsun şeriat' kelimesini çıkarın. Bir daha bu kelimeyi çıkarmayın. Aksi halde, Müslümanlar da, yani doğru mânâda şeriata bağlı olan insanlar da sizin inancınıza zıt olan şeyleri haykırırlar."
Hâsılı, ister yanlış anladığı için, ister doğru anladığı halde benimsemediği için şeriata karşı çıkan ve "Kahrolsun Şeriat" diye bağıranlarla kavga etmeden önce birileri bir yerlerde oturup karşılıklı olarak anlamayı ve anlaşmayı denemeleri gerekir.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Makale
Sonraki Makale
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Makale Sonraki Makale İçindekiler