HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Hadis ve Sünnet

Son zamanlarda, ıslâh konusunda birçok görüşler ileri sürülmüş, rûh doktorları, İslâm'ın hasta bedenini iyi edecek bir ilâç bulma teşebbüslerinde bulunmuşlar, fakat bu âna kadar hepsinin gayreti boşa gitmiştir. Çünkü bütün bu mâhir doktorlar, hiç değilse, içlerinden sözleri dinlenen grup, ilâçlar, sıhhati iâde edecek devâlar ve çeşitli iksirler yanında hastanın ayağa kalkması kendisine bağlı bulunan "tabiî gıda"yı unutmuşlardır.
İslâm vücudunun, hem sağlık hem de hastalık zamanında yönelebileceği, bünyesine sindirerek, organlarının tam mânâsıyla kuvvetlenmesini ve hayat imkânı kazanmasını temin edeceği tek ilâç, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in SÜNNETİ'dir.
Sünnet, onüç asırdan fazla bir zaman içinde vâki İslâmî kalkınmayı anlamanın anahtarı olmuştur; şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın da anahtarı niçin olmasın?
Rasûlüllah (s.a.)'in sünnetini tatbik, İslâm'ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm'ın çökmesidir.
Sünnet, İslâm binasını tutan çelik iskelet idi. Sen, herhangi bir binanın iskeletini yok edince, kâğıttan bir baraka gibi onun çökmesine şaşar mısın?
İslâm târihinin bütün asırlarında, topyekûn âlimlerin ittifak ettikleri ve bugün bizim de pek iyi bildiğimiz bu açık gerçek, Garb medeniyetinin tesirleriyle ilgili sebeplerden dolayı, günümüzde kabul görmez. O tesirler ki, her gün biraz daha gelişip ve kökleşmektedir. Fakat bugünkü gerileyişimizin meydana getirdiği âr ve anarşi hastalığından bizi kurtaracak olan yegâne hakikat de budur.
Biz burada "sünnet" kelimesini "Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in, iş ve sözleriyle ortaya koyduğu örnek diye en geniş mânâsıyla kullanıyoruz. O'nun şâyân-ı hayret olan hayâtı, Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği esasların tefsîri ve canlı temsili idi. Vahyi bize tebliğ edene uymadıkça, Kur'ân'a karşı olan insaf borcumuzu ödemiş olamayız.
İslâmı, diğer nizamlardan ayıran esaslar içinde bizce en önemlisi, insan hayatının, rûhî ve maddî tarafları arasında kurduğu tam âhenktir. İslâmı, altın çağında, her girdiği yerde zafere ulaştıran âmillerden biri de işte budur! İslâm, âhirette kurtulmak için dünyayı küçümsemeyi şart görmeyen yepyeni bir dâvetle gelmiştir.
Risâleti, insanlığa doğru yolu gösterme hikmetini taşıyan Peygamberimizin (s.a.); insan hayatının, maddî-rûhî her iki cephesine de niçin önem verdiğine, İslâmın bu açık husûsiyeti ışık tutmaktadır. Rasûlullah (s.a.)'in şu hadîs-i şerifi de bunu teyid eder: "Ebedî yaşıyacakmışsın gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi âhiretin için amel et (çalış)."
Birimizin kalkıp da Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimizin sırf rûhî ve ibâdetle ilgili işlere dâir emirleriyle günlük hayâtımıza ve sosyal meselelere âit emirlerini birbiriyle uzlaştırmak istemesi, İslâmı bilmemesinden ileri gelir. (Çünkü onlar zaten içli dışlı, birbiriyle uzlaşmış bir bütündür.)
Bunun gibi, birinci neviden olan emirlere uymaya mecbur olduğumuz, ikinci kısım emirlere ise uymaya mecbur bulunmadığımız şeklindeki görüş de sathî ve yanlıştır. Hattâ "Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden bazılarının, yirminci asırda yaşayan biz -ileri zekâlılar- için değil, vahyin indiği asırda yaşayan Araplar için gelmiş olduğu" şeklindeki bu görüş, İslâmın rûhuna aykırıdır. Bu, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.)'in taşıdığı ve temsil ettiği nurun kadir ve kıymetini inkâr mânası taşır.
Nasıl bir Müslümanın hayatı, onun rûhî ve bedenî varlığı arasında tam ve mutlak bir dayanışma üzerinde durması gerekli ise Peygamberimizin yolunun da, hayatı bir bütün olarak (en derin ahlâkî, amelî, şahsî ve ictimaî davranışlarının tümünü) kucaklaması gereklidir; işte sünnetin en derin mânası budur!
Kur'ân-ı Kerîm, şöyle buyurur: "Rasûl size ne getirip verdi ise onu alınız, neyi yasak ettiyse onu da terkediniz." (Haşr: 7)
Rasûl (s.a.) de şöyle buyurur: "Yahûdiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı, Hıristiyanlar yetmiş iki partiye bölündü, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacak."
Burada hatırlamamız gerekir ki, Arap dilinde "yetmiş" rakamını kullanmak ekseriya çokluk ifade etmek içindir. Bunun dâima, muayyen matematik sayıyı ifade etmesi zarûri değildir. Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in sözünden anlaşıldığına göre, şöyle demek istemişlerdir: Fırkalar, Müslümanlar arasında o kadar çok olacaktır ki Hıristiyan ve Yahûdîlerinkinin sayısını da geçecektir.
Hz. Peygamber (s.a.) yukardaki sözüne şunu da ekliyor: "Biri müstesnâ hepsi ateştedir." Ashâb-ı kirâm, doğru yolda olan ve kurtulan fırkanın hangisi olduğunu sorunca da şöyle buyuruyor: "Benim ve ashâbımın üzerinde olduğumuz yolda yürüyenler..."
Rasûlullah (s.a.) ve ashâbını, yollarında yürümek üzere kendilerine delil ve kılavuz edinenler, kurtuluş için bu manevî yola girenlerdir.
Ayrıca, Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuyla ilgili olup, hiçbir tevil ihtilâfına meydan bırakmıyan başka âyetler de vardır:
"Öyle değil, Rabbın hakkı için onlar, aralarında çıkan ihtilâflarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymadan sana bütün teslimiyetleriyle baş eğmedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisâ: 64).
"De ki siz Allahı seviyorsanız, bana katılın, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah yarlığayıcı ve bağışlayıcıdır. De ki Allah'a, Rasûlullah'a itâat edin; yüz çevirecek olurlarsa, muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez" (Âli-İmrân: 31, 32).
Şu halde, Resûl (s.a.)'in sünneti, derece bakımından Kur'ân-ı Kerîm'i takip etmektedir. O, İslâm hukukunun, ferdî ve içtimâî hayat kaidelerinin alındığı ikinci kaynaktır.
Gerçekten bizim, sünneti, Kur'ân-ı Kerîm'in esaslarını açıklayan yegâne tefsir ve -gerek bu esasları anlamak, gerekse amelî hayatımıza tatbik etmek hususlarında- ihtilâfı önleyen tek vâsıta olarak kabul etmemiz gereklidir. Kur'ân-ı Kerîm'de üstü kapalı, mânaları, remiz ve işâret yoluyla gösteren âyetler vardır. Eğer elimizde, Kur'ân tefsirine dair sağlam bir yol bulunmazsa bunların, çeşitli mânalarda anlaşılması mümkündür.
Kur'ân-ı Kerîm'de hâkim olan rûh, onun hem mevsûk, hem de kısımları arasında tam bir uygunluğu muhtevî oluşudur. Ancak, bizim için gerekli olan amelî ve tatbikî yolu ondan çıkarmamız, her hâl ve durumda kolay değildir.
Kur'ân-ı Kerîm'in hem sözü, hem de mânası itibariyle Allah kelâmı olduğuna îman ettiğimiz müddetçe -bunun mantıkî neticesi- Kur'ân'ın, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in sünnetlerinde açıklanan hidâyetinden (rehberliğinden) ayrı ve müstakil olmayışını kabuldür. Gelecek fasılda, Kur'ân-ı Kerîm'in, bütün asırlarda, Allah'ın ilhâmına mazhar, Hak yolun yolcusu olan Resûlullah'ın şahsiyetine bağlılığının mucib sebeplerinden bahsedeceğiz.
Ayrıca tefekkürümüz, zarûri olarak bizi şu neticeye sevkediyor: Kur'ân-ı Kerîm'in tatbikî esaslarını anlama konusunda, bütün âlemlere rahmet olmak üzere Kur'ân kendisine vahyedilen zattan daha üstün bir hakem yoktur.
Sık sık kulağımıza gelen, "Kur'ân-ı Kerîm'e dönelim fakat kendimizi sünnete kul ve köle yaparcasına ona uymamamız gereklidir" sözünün, İslâmı bilememek sebebiyle söylendiği açıkça ortadadır. Bu görüşün sahipleri, bir köşke girmek isteyen fakat, kapısını açabileceği tek ve asıl anahtarı da kullanmayı arzu etmiyen kimseye benzerler.
İşte burada, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in hayatını aydınlatan ve sözlerini bahis konusu eden kaynakların sıhhati (güvenilir ve mevsuk olup olmayışı) meselesiyle karşı karşıya gelinir. Bu kaynaklardan maksad, hadislerdir. Hadis, Rasûl-i Ekrem'in ashâbı tarafından anlatılıp nakledilen sözleri ve işleridir ki, hicreti takip eden ilk asırda, büyük bir dikkatle toplanmıştır.
Asrımızda, sünnetle amel etmeye hazır olduklarını ilân eden, fakat sünnete temel teşkil eden hadislerin tümüne güvenemiyeceklerini zanneden birçok Müslüman vardır. Zamanımızda, kişinin prensip olarak hadislerin sıhhatini inkâr etmesi, sonra da bu yüzden bütün sünnet nizamını inkâr eylemesi moda haline gelmiştir. Bu görüşün ilmî bir temeli var mıdır? Yahut İslâm şeriatının (dininin) dayandığı bir kaynak olarak hadîsi reddetmek için ortada ilmî bir mûcip sebep mevcut mudur?
Bizim kanaatimiz odur ki: Hadisle ilgili hususta ehl-i sünnet mezhebinin sahih görüşünün karşısında olanların, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in hadislerine mevsûkıyet yönünden güvenilemiyeceğini, bir kerecik olsun isbat edecek mukni deliller ileri sürebilmeleri mümkün değildir. (Fakat bunu isbat bizim konumuz içine girmez.)
Bir nizam olarak hadislere meydan okuma yolunda esirgenmeyen bütün gayretlere rağmen, gerek Şarklı, gerekse Garblı tenkitçiler, sırf hissî olan tenkitlerini ilmî araştırmanın sonuçlarıyla takviye edememişlerdir. Herhangi bir kimsenin bunu yapabilmesi de güçtür. Zira ilk muhaddisler, bilhassa Buhârî ve Müslim, her hadîsin sıhhatini, hadis (haber ve nakil) nazariyyâtı ilminin kaideleri süzgecinden geçirme hususunda, beşer kudretinin erişebildiği en ince titizliği göstermişlerdir. Öyle ki bu inceleme, Avrupa tarihçilerinin, eski tarihin kaynaklarını incelerken başvurageldikleri inceleme tarzından çok daha kuvvetlidir.
Biz, ilk hadis âlimlerinin, her hadîsin sıhhatini tesbit hususunda kullandıkları ince usûl ve üslûbu kullanmaya kalkışarak sözü uzatırsak, bu kitabın hacmini aşmış oluruz. Burada, konumuza ışık tutması için şu kadarını söylememiz kâfidir: Bu incelemeler sonunda gayesi Resûlullah'ın hadislerinin mânası, şekli ve rivâyet yollarını incelemek olan çok geniş bir ilim doğmuştur.
Bu ilim, tarihle ilgili kısmında, râvî (hadis nakleden) veya muhaddis (hadîs âlimi) diye tanınan şahısların hepsine dair birbirine bağlı mufassal hal terceme zincirleri meydana getirmiştir. Bu erkek ve kadın râvîler ve hadisçilerin hayatları her yönden ince bir tenkide tâbi tutulmuştur. Bunlar içinde ancak hayatları ve rivâyet metodları, hadis âlimlerinin koydukları kaide ve şartlara tam mânasıyle uygun olanlar sikâ (mevsûk, güvenilir) kabul edilmiştir. O kaideler ki, dikkatin, mümkün olan en incesini gözönüne almış ve kıymetlendirmiştir.
İşte bu sebeple, bugün herhangi bir kimse, muayyen bir hadîsin veya bütün hadîslerin sıhhatine (sahih olduğuna) itiraz ederse, bu itirazını isbat, doğrudan doğruya ve ilk defa kendisine düşer. Zira bir kimsenin, eksikliğini isbat etmedikçe, herhangi bir tarihî kaynağı itibardan düşürmesi için ilmî bakımdan meşrû bir sebep yoktur. Kaynakta veya onun sonraki râvilerinde şüphe etmemizi mümkün kılacak makûl ve ilmî bir delil bulunmadıkça, ortada, haberi nakzeden ve onunla çelişen diğer bir haber de olmadıkça hadîsi doğru olarak kabul etmek bizim için ilmî bakımdan zarûridir.
Farzedelim ki bir kişi, Gazneli Mahmud'un Hind savaşlarından bahsediyor. Sonra sen kalkıp, "Zannetmem ki Gazneli Mahmud, herhangi bir zamanda Hindistan'da bulunmuş olsun, senin anlattıkların tarihte aslı olmayan hurâfedir" diyorsun. Bu durumda ne olabilir? Derhal tarihte ihtisası olan kişiler harekete geçip senin hatânı düzeltmek için bu sultanın zamanında yaşayan kimselerin rivâyetlerine dayanan tarih ve nakil kitaplarını ileri sürer, Mahmud'un Hindistan'a gittiğini bunlarla kat'î olarak isbat ederler. Bu durumda senin de delile boyun eğmen gerekir. Aksi halde seni, vehimlerin ağına düşmüş ve açık bir sebep olmaksızın sâbit tarihî gerçekleri inkâr eden bir adam sayarlar.
Bu böyle olunca, insanın, asrî tenkitçilere sorması gerekiyor: Hadis problemine de, bu geniş ve mantıkî nazariyeyi teşmil ve tatbik etmekten kendilerini alıkoyan şey nedir?
Uydurma bir hadîsin bulunabilmesinin ilk sebebi, hadîsin ilk kaynağının (ilk râvînin) kastî bir yalanı olabilir. İlk kaynak ise sahâbidir. Yahut da yalan, sonraki asırlarda yaşayan râvilere aittir.
Sahâbî ile ilgili ihtimali daha ilk nazarda bertaraf etmek mümkündür. Bu çürük ihtimali, doğrudan doğruya vehmin hudûduna sokmak için psikolojik bakımdan dikkatli bir düşünce bize yetecektir.
Resûl-i Ekrem (s.a.)'in yüce şahsiyetinin bu kişiler üzerinde bıraktığı büyük tesir, insanlık tarihinin en açık gerçeklerinden biridir. Aynı zamanda bu gerçek, tarihî vesikalarla da sabittir. Canlarını ve mallarını Resûlullah yolunda kurban etmeye her an hazır olan bu kişilerin, O'nun (s.a.) sözleriyle oynayacakları hatırımızdan geçebilir mi?
Resûlullah (s.a.), "Kim benim üzerime bir yalan söylerse, ateşten yerine hazırlansın" buyurmuş, ashâb da bunu bilerek, Allah'tan naklen konuştuğuna inandıkları Resûl'ün (s.a.) sözüne bağlanmışlardı. Şimdi, psikolojik bakımdan bu kişilerin, şu apaçık yasağa aldırmamaları mümkün müdür?
Hâkimin, cinayet mahkemelerinde ilk tevcih ettiği soru (ve üzerinde durduğu mesele), "cinayetin işlenmesinden istifade edebilecek şahsın kim olduğu"dur. Bu mahkeme prensibinin, hadîs problemine de uygulanması mümkündür.
Biz Rasûl-i Ekrem'in (s.a.) vefatını müteâkip çeşitli fırkaların birinci asırda, hilâfet için ileri sürdükleri ve hadisçilerin çoğu tarafından reddedilen ve şüphesiz uydurma olan, muayyen bir topluluğun veya ferdlerin, doğrudan doğruya şahıslarıyla ilgili hadisleri istisna edersek; Resûlullah nâmına hadis uydurmasından dolayı bir kimseye faide getirecek tek sebep ortada mevcut bulunmamaktadır.
Yukarıda söylediğimiz "şahıs" veya "grup çıkarına" hadis uydurma imkân ve ihtimalinde dolayı, hadisçilerin en büyüklerinden olan İmam Buhârî ve Müslim'in, kitaplarına, tarafların siyasetiyle ilgili hadisleri koymamaları doğru bir anlayış ve davranıştır.
Geriye kalan hadislere gelince, büyük bir ihtimalle ve şüpheden uzak olarak söyleyebiliriz ki bunlar, herhangi bir kimsenin şahsî menfaatini ilgilendirmez.
Burada insanların, hadîslerin sıhhatine karşı ileri sürebilecekleri bir istidlâl daha hatıra gelir: "Hadîsi, Resûlullah (a.s.)'in ağzından duyan sahâbî veya onlardan duyan daha sonraki râvîler, doğru kişiler oldukları halde yanlış anlama, unutma veya daha başka psikolojik bir sebeple yanılmış, yanlış rivâyet etmişlerdir."
Fakat, yine psikolojik açıdan kesin hüküm, böyle bir hatânın, büyük ölçüde meydana gelemiyeceğini isbat eder. Zira Resûlullah (s.a) ile beraber yaşayan kimselerin önem verdikleri en büyük şey, O'nun (s.a.) sözleri ve işleri idi. Bu, sadece Resûl-i Ekrem'in onlara tesir ederek kalblerini kendine yönelttiği için değil, ayrıca hayatlarını, en ince teferruatına kadar Resûlullah'ın (s.a.) söz ve gidişine uyarak tanzim etmeyi, kesin olarak Allah emri telâkki etmelerinden ileri geliyordu. Bu yüzden onlar, hadîsleri önemsiz telâkki etmemişler, güçlük çekseler dahi onu öğrenmeyi, hattâ ezberlemeyi ihmal eylememişlerdir.
Resûl-i Ekrem'in yanında bulunan sahâbîler, ikişer ikişer ayrılır, eş tutarlardı. Bunlardan birisi, rızkının peşinde koşarken veya işleriyle meşgul olurken arkadaşı Resûlullah (s.a.) ile beraber bulunur; sonra bunun rızık temin edebilmesi için diğeri Resûl-i Ekrem'in yanına gelirdi. Bunlardan her biri, Resulullah (s.a.)'den duyduğu bir şeyi veya yaparken gördüğü bir işi, arkadaşına naklederdi. Bütün ashâb, Resûl-i Ekrem (s.a.)'in söz veya işlerinden hiçbirini kaçırmamak, hepsini zaptetmek hususunda büyük bir ihtiras gösterirlerdi.
Muhtemeldir ki bu durumlarda ashâb, Resûl-i Ekrem'in hadîslerinin lâfızlarını, kelimesi kelimesine tamamen alamamışlardır. Fakat yüzlerce ve binlerce ashâb, en küçük harf şekillerine kadar bütün Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini ezberlediklerine göre, onlar için ve onları takib eden "tâbiûn" nesli için, Kur'ân-ı Kerîm'i tamı tamına ezberledikleri gibi, hadisleri de parça parça, fakat hiçbir şey katmadan ve çıkarmadan ezberlemek pekâlâ mümkündür.
Muhaddislerin görüşü şudur: "Sahîh hadîs aynı mânada, çeşitli ve müstakil senedlerle (rivâyet yollarıyla) nakledilendir." Bununla beraber hadîslerin, gerek derece ve gerekse sıhhat bakımlarından Kur'ân-ı Kerîm derecesinde olduğu, hiçbir Müslümanın aklından geçmez.
Hadîslerin incelenmediği ve tenkid edilmediği hiçbir devir geçmemiştir. Bazı Avrupalı tenkidçilerin üstünkörü ileri sürdükleri gibi hiçbir yalan hadîs muhaddislere gizli kalmamıştır. Biz, iddiânın tam zıddına kaniyiz. Sahîh hadisleri uydurma olanlarından ayırmaya ihtiyaç duyulduğu anda, hadîs ilmi başlamıştır İmam Buhârî ve İmam Müslim'in sâhihleri bu ayıklamanın direkt sonuç ve meyvesinden başka bir şey değildir.
Şu halde, uydurma hadîslerin var olması, bütün hâlinde hadis sisteminin zayıf olduğunu göstermez. Nitekim, Binbir Gece Masalları'ndan dolayı, bu masalların ilgili bulunduğu asrın tarih haberlerine dâir rivâyetlerin sıhhat veya za'fına istidlâl ve hükmetmek beklenemez.
Bugüne kadar hiçbir tenkitçi, kaidelere dayanan düzenli bir metod ve delille, hadisçilerin kaidelerine göre sahîh olan hadislerin sahîh olmadığını isbat edememiştir. Sahîh hadisleri toptan veya kısmen kabul etmemek -daha önce de söylendiği gibi- bugüne kadar sadece hissî bir hükümden ibaret olmuştur; hissî (sübjektif) duygulardan uzak, sırf ilmî bir etüd ve incelemeden mahrum olan bir hüküm...
Muâsır Müslümanlardan çoğunu, şu "hadîslere karşı olma durumuna" sevkeden sebebi, kaynağına kadar takip etmek mümkündür: Bu sebep, Resûlullah (s.a.)'in sünnetinde parıldayan gerçek İslâm ruhu ile gerileyen asrî düşünüş ve yaşayış yolumuzu, bir düzen içinde birleştirmenin imkânsızlığıdır.
Hadîsi kıymetten düşürmek isteyen tenkitçiler, kendilerine ve çevrelerine ait kusurları meşrû göstermek için sünnete uymanın kaçınılmaz bir esas olduğunu inkâra yelteniyorlar. Çünkü onlar bunu yapınca, Kur'ân-ı Kerîm'in öğrettiği esasları -her biri kendi meyline ve şahsî düşünüşüne göre- istediği gibi tevil etmek ve anlamak imkânını elde edecektir. Fakat İslâmın, ahlâkî ve amelî, ferdî ve sosyal bir nizam olarak sahip bulunduğu mümtaz durum, o yolu çıkmaz kılmaktadır.
İslâm âleminde, Garb medeniyetinin tesirinin arttığı şu günlerde, bu mesele (sünnete uymak) karşısında, münevver adını verdiğimiz kimselerin aldıkları garip durumun yeni bir sebebi daha vardır; bu da onların şu sözlerinde ifadesini bulur: Aynı zamanda, hem sünnete uymamız hem de Garb'ın hayat yoluna ayak uydurmamız mümkün değildir.
Ayrıca bugünün Müslüman nesli, sırf yabancı olduğu, parlak ve maddî bakımdan kuvvetli bulunduğu için Garb'a ait olan herşeyi büyütmeye ve yabancı her medeniyete tapınmaya hazır bulunmaktadır. İşte bu yabancıya ve garblılığa özenme, Resûlullah (s.a.)'ın hadislerinin ve onlara bağlı olan sünnet nizamının kabul görmemesinin en kuvvetli sebebi olmaktadır.
Sünnet, Garb medeniyetinin dayandığı fikrî temellere açıktan açığa karşıdır. İkincisinin (Garb medeniyyetinin) câzibesine kapılanlar, bu müşkül durumdan kurtulmak için -mevsûk olmayan hadislere dayanması sebebiyle- Müslümanlara sünnete uymanın gerekli olmadığını söylemekten başka bir çare bulamıyorlar.
İşte bu vecîz (!) muhâkemeden sonra Kur'ân-ı Kerîm esaslarının, Garb medeniyetinin rûhuna uyacak şekilde tahrif edilmesi daha kolay bir hale gelmektedir.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler