HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Akit

Borç kaynağı olan hukûkî tasarrufların en önemlisidir. Hukuk tarihinde, mülkiyetin sebepleri arasında ilk sırayı "sahipsiz mala el koyma", ikinci sırayı ise akit almaktadır. İnsanlığın tanıdığı en eski hukûkî müesseselerden biri olan akit, İslâm'ın ilk muhatabı olan Cahiliye Arapları tarafından da bilinmekte ve kullanılmakta idi. Bu sebepledir ki Kur'ân-ı Kerîm ve hadîsler onu tarif etmeden zikretmiş, bilindiğini varsaydığı bu hukûkî tasarruf üzerine hükümler bina etmiştir. Sünnet kaynağı, isimli akitlere ait zengin açıklama ve hükümler getirmiş olmasına rağmen doğrudan "akd" terimi, ferd ile ferd veya toplum arasındaki himâye ve dayanışma andlaşması için kullanılmıştır.66 Kur'ân-ı Kerîm'de "Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getiriniz"67 meâlindeki âyette bu tasarruf, hem özel terimi ile, hem de en geniş mânâda zikredilmiştir. Burada geçen "akitler"in, hem Allah ile kulları arasında, hem de kulların kendi aralarında yaptıkları bütün akitleri içine aldığı konusunda müfessirlerin ittifâkı vardır.68 Vâdeli borç doğuran akitlerle ilgili bulunan müdâyene âyeti69 de bu nevi akitlerin tamamına şâmil hükümler getirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in başlattığı bu küllî ve mücerred metod; yani akitleri teker teker ve mesele mesele alarak, tekrarlara yer vererek hüküm koymak yerine, bütün akitlere şâmil kâideler koyma, açıklamalar yapma usûlü bilâhare ancak Usûlu'l-fıkh ve Kavâ'id kitaplarında devam ettirilmiş, fıkıh denilince ilk akla gelen fürû kitaplarında ise meseleci (kazuistik) metod benimsenmiştir. Çağdaş İslâm Hukûku araştırmacıları "akit nazariyesi"ni yazarken, fürû kitaplarında tekrarlı ve dağınık bulunan bilgileri ve hükümleri, usûl ve kavâ'id kitaplarındaki çerçeveye oturtmuşlardır.
Tarifi ve Tasnîfi:
Fıkıh kitaplarında isimli akitler için ayrı ayrı yapılan tariflerde yer alan ortak unsurlar ve sonuçlardan hareketle Mecelle akdi, "Tarafeynin bir husûsu iltizam ve teahhüt etmeleridir ki icab ve kabûl irtibatından ibârettir" şeklinde tarif etmiştir (md. 103). 104. maddede "in'ikad"ın açıklanması ile tamamlanan bu tarif, Kadri Paşa'nın Mürşidu'l-hayran'ında daha teknik olarak ifade edilmiştir: Taraflardan birinden sadır olan icâbın, mevzûda sonucu meydana gelecek şekilde karşı tarafın kabûlü ile bağlanmasıdır. (md. 262) Tariflerden anlaşıldığı üzere:
a) Hukûkî sonuç doğurmak üzere izhar edilen ve birbirine uygun olan her karşılıklı irâde (iki irâde) akittir.
b) Tek taraflı irâde akit değildir. Ancak bu iki netice İslâm hukuk tarihinde bir gelişme çizgisi takip ederek oluşmuş, ikinci sonuç ise hâlâ tam bir vuzûha kavuşmamıştır. Fukahânın bir bölümü, bir tasarrufa akit diyebilmek için karşılıklı rızâ ve en az iki irâdenin gerekliliği üzerinde dururken, çoğunluğu teşkil eden diğer bölümü, tek taraflı irâde ile tamam olan tasarrufları da akit kavramına dahil etmişlerdir. Bunlar vasıyet akdinden bahsetmekte; hîbe, âriyet, karz, kefâlet, rehin akitlerinin yalnızca icab ile mi, yoksa icab-kabûl ile mi tamam olacağını tartışmaktadırlar.
Kavâ'id kitapları ile usûl kitaplarının hüküm bahsinde akit ve tasarruflar, çeşitli yönlerden tasnîf ve taksime tâbî tutulmuşlardır.

1- Meşrûiyet bakımından:
a) Meşrû akitler, hukûkî tasarrufa konu olmalarında kanunun (dînin, şeriatın) sakınca görmediği nesneler üzerinde, usûlüne uygun olarak yapılan akitlerdir.
b) Gayr-i meşrû akitler, kanunun yasakladığı, cevaz vermediği akitlerdir; doğmamış hayvanı satmak, fuhuş için kadını kiralamak, suç işlemek üzere insan kiralamak gibi.

2- Sıhhat bakımından:
a) Sahih akitler, aslı ve vasfı, başka bir deyişle unsurları ve bunlara ait şart ve vasıfları kanuna uygun olan akitlerdir.
b) Fasit akitler, aslı veya vasfı kanuna uygun bulunmayan akitlerdir. Hanefîler bunu da ikiye ayırarak "unsurlarda ve bunlara ait şartlarda eksikliği bulunan" akitlere "bâtıl", diğer vasıf ve detaylarda eksikliği bulunanlara ise "fâsid" adını vermişlerdir. Domuz satışı bâtıldır, çünkü akdin unsurları arasında bulunan mevzûu -örneğimizde domuz- İslâm'a göre ekonomik değer taşıyan ve bu sebeple akde konu olabilen bir nesne değildir. Müddet belirlenmeden yapılan bir kira akdi fâsittir; çünkü burada müddet, önemli bir detay şartıdır, vasıftır.

3- Ayn'a bağlılık bakımından:
a) Aynî akitler; âriyet, vedîa, karz, hîbe ve rehinden ibaret olan beş nevî akit, konuları olan aynın (malın) teslimi ile tamam oldukları için bu isim altında toplanmışlardır.
b) Aynî olmayan akitler, malın teslimine bağlı olmayan, yalnızca icab-kabûl ile tamamlanan akitlerdir.

4- Geçerlilik bakımından:
a) Nâfiz akitler, yapıldığı andan itibaren geçerli olur; çünkü akdin taraflarında geçerliliği engelleyen bir vasıf bulunmadığı gibi, üçüncü bir hak sahibi ve onun rızâsına ihtiyaç da sözkonusu değildir,
b) Mevkuf akitler, hak sahibinin serbest olarak irâde ve rızâsının alınamadığı akitlerdir; tehdit altında yapılan akitler, üçüncü şahıs adına vekâletsiz ve izinsiz yapılan akitler böyledir.

5- Bağlayıcılık bakımından:
a) Taraflar için bağlayıcı (lâzım) olup, karşılıklı anlaşma ile geriye dönük olarak iptali mümkün olmayan akitler; bunun tipik örneği evlenme akdidir; bu akit çeşitli sebeplerle sona erer; ancak hiçbir şekilde geçmiş ilişkiyi ve bunun getirdiği bazı hakları ortadan kaldırmak mümkün olamaz, meselâ bir şahıs, boşadığı veya ölen eşinin annesi ile evlenemez (evlenme mânii devam eder).
b) Taraflar için bağlayıcı olmakla beraber karşılıklı rızâ ile feshi mümkün olan akitler; kira, satım, sulh gibi.
c) Taraflardan yalnız biri için bağlayıcı olan akitler; rehin akdi, rehin vereni, kefâlet akdi de borçluyu bağlar, karşı tarafı bağlamadığı için bunlar tek taraflı irâde ile mezkûr akitleri feshedebilirler.
d) Her iki taraf için de bağlayıcı olmayan akitler; vekâlet, âriyet, vedîa akitleri gibi.

6- Mevzûun karşılığı bakımından:
a) Ivazlı akitler, bunlar satım, kira gibi mevzûun karşılığı bulunan akitlerdir.
b) Ivazsız akitler, bunlarda mevzûun karşılığı yoktur; hîbe ve âriyet gibi.
c) Başı ve sonu farklı olanlar; borç akdinde ödeme talebine kadar ıvazsız, ödeme talebinden itibaren ıvazlı akit özelliği vardır.

7- Ödeme (tazmin) sorumluluğu bakımından:
a) Ödeme sorumluluğu getiren akitler (ukûdu'd-damân); satım, mal karşılığında sulh, karz gibi akitlerde, akit mevzûu malı teslim alan taraf, tazmin sorumluluğunu da almıştır, mal zâyî olursa teslim alanın hesabına zâyî olur.
b) Emânet akitleri (ukûdu'l-emânât); vedîa, âriyet, şirket, vekâlet gibi akitlerde karşı tarafa teslim edilen mal emânet hükmündedir, taksirsiz zâyî olması hâlinde, meselâ emânet veya âriyet alan malı ödemez.
c) Çifte vasıflı akitler; meselâ kira akdi böyledir, kiracı elinde mal, taksirsiz zâyî olursa tazmin gerekmez, ancak kira konusu olan menfâat de kiracının hesabına zâyî olmuş bulunur.

8- Gâyesi bakımından:
a) Mal veya menfâat mülkiyetinin el değiştirmesi için yapılan akitler "temlîk",
b) Ortaklık gâyesine yönelik akitler "şirket",
c) Alacağı garanti altına almak için yapılan akitler "temînat",
d) Fiil ve tasarrufta birinin yerini diğerinin alması maksadıyla yapılan akitler "temsîl",
e) Mevzûu korumaya yönelik akitler "muhâfaza" akitleridir.

9- Süreklilik bakımından:
a) Satım gibi akitler yapıldığı anda îfâ ile son bulur ve "müddetsiz"dir; kira gibi akitler ise yapıldığı anda sona ermeyip, îfâsı zaman aldığı için "müddetli"dir.

10- Şekil bakımından:
a) Şeklî akitlerde akdin mûteber olabilmesi için kanun birtakım şekil şartları ve merasim getirmiştir. Evlenme akdinde ilân, şahit, resmî makam şartları, taşınmazlarla ilgili mülkiyet, irtifak, rehin gibi akitlerde tapuya tescil şartı bu kabildendir.
b) Rızâî akitler; bunlarda şekil şartları söz konusu olmayıp karşılıklı rızâ yeterli görülmektedir. Amme menfâatinin gerektirmediği konularda akitlerin şekil şartlarından sıyrılmış olması bir gelişmişlik alâmetidir ve İslâm hukûkunda akitler genellikle şekil şartlarından sıyrılmıştır.

11- İsimli ve sınırlı olma bakımından:
a) İsimli akitler; satım, kira, hîbe, şirket gibi akitlerin, mevzû ve gâyelerine uygun birer ismi ve kanun tarafından belirlenmiş aslî hükümleri vardır. Eğer bir hukuk sistemi yalnızca kanunlarda isimleri ve hükümleri zikredilmiş akitleri tanıyor, bunların dışında kalan tasarrufların hukûkî sonuçlar doğrumasını kabûl etmiyorsa böyle bir sistemde "akit hürriyetinden" söz edilemez.
b) İsimsiz akitler; yalnızca akit, anlaşma, mukâvele gibi genel isimlerle anılan hukûkî tasarruflardır. Bunları insanlar, ihtiyaç ve gâyelerine göre icad eder, hukûkun genel prensipleri içinde yapar ve uygularlar. İslâm hukuk tarihinin çeşitli devirlerinde böyle birçok yeni akit ortaya çıkmış, sonra fukahâ bunlara husûsî isimler bulmuş, hükümlerini tesbit etmişlerdir. Eskilerde isticrâr, icârateyn, bey'u'l-vefâ akitleri buna örnektir. Günümüzde telif hakkı sözleşmesi, teahhüt sözleşmeleri, birden fazla hizmet veren büyük otellerde kalma sözleşmesi yine isimsiz akit örnekleridir.

Akit Hürriyeti:
Çoğu Batılı olan bazı hukukçuların karşı görüş ve iddiâlarına rağmen70 İslâm Hukûku'nda geniş bir akit yapma ve şart koşma hürriyeti vardır. Nazarî plânda bu konu fukahâ arasında tartışılmış, zâhirîlerin başı çektiği bir azınlık "prensip olarak akit yapma ve şart koşma yasaktır; ancak âyet, hadîs ve icmâ'ın cevaz verdiği akitleri yapmak ve şartları koşmak caizdir" derken çoğunluk "prensip olarak akit yapmak ve şart koşmak serbesttir; ancak nassların, kıyas ve icmâ'ın yasakladığı, caiz görmediği akitler yapılamaz, şartlar ileri sürülemez" tezini savunmuşlardır. İbn Teymiyye (v. 728/1328), dört mezheb içinde akit ve şart hürriyetine en geniş yeri Ahmed b. Hanbel'in verdiğini, bunu Mâlik ve diğerlerinin takip ettiğini kaydettikten sonra, bir ileri adım daha atarak kanun koyucunun (Şari'in) maksadına ve akdi yapanların maksatlarına aykırı düşmeyen her akdin yapılabileceğini ve her şartın ileri sürülebileceğini söylemiş ve bu görüşünü şu delillere dayandırmıştır:
1. Cahiliye devrinde nasslara dayanılmadan yapılmış akitler, İslâm'dan sonra da -haram kılınmış bir unsuru ihtivâ etmiyorsa- tanınmış, mûteber sayılmıştır.
2. Bütün fukahâ, nasslara göre caiz olup olmadığını bilmeden bir akit yapan kişilerin bu tasarruflarını, gerçekte yasak bir unsur ve vasıf taşımıyorsa geçerli saymışlardır.
3. Allah Teâlâ bir kayıt ve sınır koymadan akitlere riâyet edilmesini, akitlerin îfâsını emretmiştir; îfâ akdin gâyesi ve maksadıdır; bunu emretmek ve istemek, prensip olarak akit yapmayı serbest bırakmak ve yapılan akdi mûteber saymak demektir.71 Uygulamada da daima akit hürriyetine yer verilmiş ve ihtiyacın ortaya çıkardığı yeni akit şekilleri ile akit içindeki şartlar -genel prensipler çerçevesinde- mûteber sayılmış ve hukuk literatürüne geçmiştir.

Akdin Kuruluşu:
Bir akdin kurulması için gerçekleşmesi gereken asgarî unsurlar (rükün, çoğulu: erkân) üzerinde Hanefîler ile diğer mezhebler arasında görüş farkı vardır. Hanefîlere göre akdin unsuru karşılıklı irâde beyanı mânâsına gelen "icab-kabul"dür. İcab-kabul ile akdin kurulabilmesi için (in'ikadı için) ehliyetli tarafların ve akit yapmaya uygun bir mevzûun bulunması şarttır.72 Unsur veya kuruluş şartlarının bulunmaması hâlinde akit "bâtıl" olur, bir akit olarak hukûkî sonuç doğurmaz. Diğer mezheblere göre icab-kabul, taraflar, mevzû ve bunlara ait vazgeçilmez vasıf ve şartar da akdin unsurlarıdır; bütün bunların bulunmaması, yahut birinin eksik olması hâlinde akit bâtıl olur. Bu mezhebler butlândan hareket ederek buna sebep olan şeyleri unsur sayarken, Hanefîler daha teknik bir yaklaşımla akit kavramından hareket etmişler ve buna göre icab-kabulün unsur (rükün), taraflar ve mevzûun kuruluş şartı, diğer vasıfların ise sıhhat şartı olduğu sonucuna varmışlardır. Bu unsur ve şartları, muhtevâları ve gerekli vasıfları ile ifade etmek gerekirse:

1. İcab-Kabul, karşılıklı irâde beyânıdır. Kur'ân-ı Kerîm, akdin karşılıklı rızâ temeline oturmasında, daha doğrusu akdin karşılıklı rızâdan ibâret olmasında ısrarlıdır.73 Rızâ psikolojik bir hâl olduğu için bunun dışa vuran, objektif bir alâmetine ihtiyaç vardır; işte bu alâmet de icab-kabul tabiri ile ifade edilen irâde beyânıdır. Teferruatta ictihad farkları bulunmakla beraber genellikle, akit maksadını ifade eden her söz, yazı ve davranış irâde beyânı olarak kabûl edilmiştir. İcab ile kabûlün karşılıklı rızâya delâlet edebilmesi için birbirine uygun olması ve aynı mecliste gerçekleşmesi üzerinde durulmuştur. Hanefîler ve Mâlikîlere göre akit meclisi, akdin kuruluşu ile ilgili fiil ve davranışlar bütünüdür; îcab ile başlar, kabûl ile biter. Diğer müctehidlere göre akit meclisi kavramı maddîdir, akdin yapıldığı yer ve akdi yapanların fizik varlığı ile ilgilidir; icab-kabulden sonra başlar, tarafların birbirinden ayrılmalarına; yani meclisi terketmelerine kadar devam eder. Birinci ictihada göre akit, kabûl ile kesinleşirken, bu ictihada göre akit meclisi sona erinceye kadar tarafların, tek taraflı irâde ile akitten rucû etme hakları vardır.
2. Taraflar: Akitte taraf olan şahısların hukûkî ehliyete sahip olmaları gerekir. Temyizsiz çocuk, akıl hastası, bunak, ölümcül hasta ve temyizsiz sarhoşun irâde beyanları mûteber değildir.
3. Akdin mevzûu: Akde konu olan şeyin mevcut, belirlenmiş (muayyen) ve akde konu olmaya elverişli olması gerekmektedir.

Butlân ve Fesad:
Hanefîlerin bu iki kavramı birbirinden ayırdıklarına, "unsur ile kuruluş şartlarının bulunmaması hâlinde butlândan, diğer şart ve vasıfların bulunmaması hâlinde fesattan bahsettiklerine", diğer müctehidlerin ise bu iki terimi aynı mânâ ve sonuç için kullandıklarına daha önce işaret edilmiş idi. Fesat (çoğunluğa göre butlân) sebebi olarak gösterilen hususlar arasında hatâ, hîle, ikrah, zarar, garar, cehâlet, fâsid şart ve ribâ önemli görülmektedir.
1. Hatâ: Ehliyeti ortadan kaldıran sebepler rızâ unsurunun yokluğunu, "hatâ, hile ve ikrâh" ise rızâ unsurunun eksiklik ve sakatlığını ifade etmektedir. İslâm hukuk literatüründe müstakil bir hatâ nazariyesi yoktur. Ancak "kusurlu çıkma muhayyerliği, vasıf muhayyerliği, görme muhayyerliği" gibi bahislere yayılmış bulunan hatâya bağlı hükümlerin, umûmî bir nazariyeden kaynaklandığı, belli prensiplere dayandığı anlaşılmaktadır. Fukahâ gerçek irâdeyi ihmâl etmemiş, fakat beyân edilen, dışa vuran irâdeyi esas almış ve böylece objektif nazariyeye temayül etmişlerdir. Bu prensibin hatâ nazariyesine yansıması şu şeklide olmaktadır: Hukûkî güvenlik ve istikrârı korumak için mümkün olduğu ölçüde dışa vuran irâdeyi ve rızâyı esas almak, objektif ölçülerle tesbit edilebilen hatâ iddiâlarını da değerlendirerek74 iç irâdeye ve gerçek rızâya itibar eylemek. Kaynaklarda, akitle ilgili mevzûda, şahısta, ıvazda ve kanunda hatâ üzerinde durulmuş ve yukarıdaki ölçüler içinde hatânın akde tesiri değerlendirilmiştir.
2. Hîle: Fiil, söz ve sükût (kusuru söylememek) yollarıyla yapılan hîle, karşı tarafın hatâya düşmesine sebep olmakta, hatâ da rızâyı bozduğu için akde tesir etmektedir. Fukahâ hîleyi, "tağrîr ve tedlîs" terimlerini kullanarak ele almış, açık, derli toplu bir şekilde incelemişlerdir. Elbiseyi yeni göstermek için boyamak, ineği çok sütlü göstermek için birkaç gün sağmayıp memesini şişirmek örneklerinde olduğu gibi fiilî hîle, prensip olarak akdi feshedilebilir hâle getirmektedir. Emânet (karşı tarafa güven) esasına dayanan akitlerde yalan söylemek şeklindeki kavlî hîlenin de akde tesiri aynı mâhiyettedir. Akit mevzûunda bulunan bir kusuru söylememek şeklinde gerçekleşen sükûtî hîle karşı tarafa "kusurlu çıkma muhayyerliği" bahşetmekte ve akdi bozulabilir hâle getirmektedir.
3. İkrâh: Mecelle'nin tarifi ile "Bir kimseyi korkutarak rızâsı olmaksızın bir işi işlemeye, haksız olarak icbar etmektir."75 İkrâhın akde tesirinde "ağırlık derecesi, ikrâhı yapan taraf, ikrâha maruz kalanın psikolojik ve sosyal durumu" ayrı ayrı değerlendirilmiştir. Bu konudaki ictihad farkları bir yana mûteber ikrâhın kavlî tasarruflara tesiri konusunda müctehidler ikiye ayrılmışlardır. Hanefîlere göre "evlenme, boşama, âzâd etme, adak adama" gibi feshi kabil olmayan tasarruflara ikrâh tesir etmez; bunlar ikrâh altında da yapılsa geçerli olur. Satım, bağışlama, kira gibi feshi kabil olan tasarruflar ise ikrâh altında yapılmış olursa, ikrâh ortadan kalktıktan sonra buna marûz kalan tarafın akdi kabûl veya red selâhiyeti vardır. Diğer müctehidlere göre ikrâh her iki nevi tasarrufa da tesir eder ve bu tasarruflardan feshi kâbil olmayanlar mûteber olmaz; meselâ ikrâh altında eşini boşayan kişinin evlilik bağı sona ermez. Feshi kâbil olan tasarruflar Mâlik'e göre gayr-i lâzım (bağlayıcı olmayan), Şâfiî'ye göre bâtıl olarak doğmuş sayılır.
4. Zarar: Akdin sıhhat şartlarından biri de "mevzûun, zarara sebep olmadan teslîminin mümkün olmasıdır." Yapının çatısından bir ağacı, bütün bir halının göbek kısmını satma örneğinde mevzûun teslimi mümkündür, ancak satıcının teslimi yapabilmesi için çatıyı yıkması, halıyı parçalaması ve böylece akdin gereği olmayan bir zarara katlanması gerekecektir. İslâm hukûku bu zararı da fesad sebebi olarak değerlendirmiştir.
5. Garar ve cehâlet: Garar mevzûun var olması, gerçekleşmesi konusundaki riziko, belirsizlik ve şüphedir. Cehâlet ise varlığı gerçekleşeceği bilinen mevzûun önemli vasıflarındaki bilinmezliktir. Gökteki kuşu, denizdeki balığı satım konusu yapma örneğinde garardan bahsedilir; çünkü bunların elde edileceği, yakalanacağı belli değildir. Paket içindeki bir nesneyi satım konusu yapma örneğinde cehâlet vardır; çünkü burada bir nesnenin var olduğu bellidir; ancak "ne, ne kadar, nasıl" olduğu belli değildir. Çeşitli mezheblerden fukahânın, garar ve cehâlet konusundaki ifadeleri göz önüne alınınca bu kavramların asır ve çevrelere göre değiştiği ve gelişmeler gösterdiği anlaşılmaktadır. Bunları butlân ve fesad sebebi saymaktan maksat da emniyet, adâlet ve hakkaniyeti sağlamak, işi şansa bırakmamak, önceden bilinmemek yüzünden tarafların zarara uğramalarını önlemektir. Bunun içindir ki, birim fiyat üzerinden anlaşma yapılması, örf ve teâmülün kısmen belirsizliği yok etmesi, ihtiyacın kâideye ağır basması, akit mevzûu nesnenin yeterince târif ve tavsîf edilmesi gibi hâllerde zayıflayan garar ve cehâlet akde tesir edememiş, bu durumlarda akit geçerli olmuştur.
6. Faiz: Faizin fesad sebebi olması, "mevzûun hukûkî muâmeleye uygun bulunmaması" kavramı ile ilgilidir. Bu sonucu doğuran sebeplerden biri de "mevzûun, âmir hükümlere, umûmî ahlâk ve âdâba, kamu düzenine aykırı olmasıdır". İslâm'ın insan ve ahlâk anlayışına aykırı düşen mevzûlar, bu bakımdan tasarrufa konu olamamış, olması hâlinde tasarrufun butlânına sebep olmuştur. Bu cümleden olarak hür insanın satımı, faizli muâmeleler, rüşvet anlaşması, kumar, fuhuş vb. konularda yapılan anlaşmalar ve sözleşmeler bâtıldır, hükümsüzdür.
7. Fâsid şartlar: Akitlerin kendilerine mahsus ve kanunî neticeleri vardır. Bunlara ek olarak tarafların ileri sürdüğü ve îfâsını istediği bazı şartlar akde menfî mânâda tesir etmekte, fesada sebep olmaktadır. Ancak bu şartları sınırlama konusunda önemli ictihad farkları vardır. Hanefîler, taraflara menfâat sağlayan ek şartların geçerli olabilmesi ve akde tesir etmemesi için "akdin gereği veya ona uygun yahut da âdet hâline gelmiş" olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.76 Şâfiîlerin görüşü de Hanefîlerinkine yakın bulunmaktadır. Hanbelî ve Mâlikîler akdin getirdiği hak ve borçlara (akdin muktezâsına) aykırı olan şartları geçersiz saymışlar, bu şartların akde tesiri konusunda ise daha müsâmahalı olmuşlardır. Hanbelî mezhebine göre meselâ evlenme akdinde bir kadın, kocasına karşı "üzerine ikinci bir kadınla evlenmemesini, odalık almamasını, kendisini evlendikleri yerden uzaklara götürmemesini" şart koşabilir. Akit esnasında bu şartları kabûl eden koca, bunlara riâyetle yükümlüdür; aksi hâlde kadın, akdi fesih dâvâsı açabilir. İbn Teymiyye şart koşma hürriyetini en geniş sınırlara kadar getirmiş ve akdin maksadı ile nasslara aykırı düşmeyen şartların mûteber olduğunu ve akde tesir etmediğini ileri sürmüştür. Başka birine satmamak ve bağışlamamak üzere bir malı satmak "akdin maksadına aykırı düşen şarta"; faizli kredi vermek ise "nasslara aykırı şarta" örnektir. Fukahâ, garar, cehâlet ve fasit şart kavramlarına bağlı olarak "bir icab-kabul ile yalnız bir akit yapılması, mahiyet itibarıyla birden fazla olan akdin, bir irâde beyanına sokulmaması" konusunda titizlik göstermiş, böyle akitleri de fasit saymışlardır.

Akitlerde Temsil:
Roma Hukûku'nun aksine İslâm Hukûku, başından beri, temsil olunan şahıs namına hukûkî sonuçlar doğuran, bunun için ikinci bir işleme ihtiyaç bırakmayan temsil müessesesini tanımış, hukûkî temsilciyi, haberci ve aracıdan ayrı mutâlâa etmiştir. Mecelle, "vekâlet, bir kimsenin işini başkasına ısmarlaması ve o işte onu, kendi yerine koymasıdır"77 târifini verdikten sonra, bununla aracılık ve emir almanın farklarını açıklamıştır. Buna göre haberci ve aracı mânâsına gelen "resûl"de, borç ve hak meydana getiren temsil selâhiyeti yoktur. Emîr terimi ise bazen yalnızca habercilik ve aracılık, bazen de vekâlet selâhiyetini ifade etmektedir. Hukûkî temsilciye bu selâhiyeti veren üç kaynak vardır: Kanun, hâkim, anlaşma.
1. Kanûnî temsil: Bunun da kaynağı dînî nasslar ile bunlara dayalı bulunan kanunlardır. Buna göre velî, kısıtlı şahısların kânûnî temsilcisidir. Kezâ hâkim, bazı kısıtlıların, evlenme konusunda velîsi bulunmayan kızların, malının satılması hususunda kısıtlı müflisin kanûnî temsilcisidir.
2. Kazâî temsil: Hâkimin, gerektiğinde velî, vasî ve kayyim tayin etmesi hâlinde kazâî temsilden bahsedilir.
3. Anlaşmaya bağlı temsil: Vekâlet akdi yapıldığında vekîlin selâhiyet kaynağı, vekâlet verenin (asîlin) irâdesidir. Birisi, üçüncü şahıs için bazı tasarruflarda bulunur, sonra üçüncü şahıs bunlara izin verir ve kabûllenirse "fuzûlînin tasarrufu" vekâlete dönüşmüş olur.78 Vekîl bu sıfatı ile tasarruflarda bulununca genellikle asîlin adını anmakta ve tasarrufu açıkça ona bağlamaktadır. Ancak İslâm Hukûku'nda vekîlin, tasarrufu kendi adına yapması da caiz görülmüş ve kasdına bakılarak tasarruf, asîl adına geçerli sayılmıştır. Bu takdirde bazı müctehidler, akdin asıl hukûkî sonucu mânâsına gelen "hükmü" ile bu sonucu teyid eden, tamamlayan hakları (hukûku) birbirinden ayırmışlar, hükmün asîle ait olacağını, hukûkun ise vekîli bağlayacağını ileri sürmüşlerdir. (Akdin hükmü ile hukûku kavramlarına ileride tekrar temas edilecektir). İstisnâî olarak evlenme akdi ile baba ve dededen ibâret olan velilerin ve bunların tayin ettikleri vasîlerin, küçükler adına yaptıkları tasarruflarda, akdin iki tarafını temsil etmeleri (kendileri için asil, karşı taraf için vekil olmaları) de caiz görülmüştür.

Akdin Hukûkî Sonucu:
Akdin doğurduğu sonuçlara iki açıdan bakılmıştır:
1. Bu sonuçları kim için doğurduğu, bu sonuçların kimleri ilgilendirdiği.
2. Bu sonuçların neden ibâret olduğu.
1. Şahıslar bakımından akdin sonuçları: Akit, bir veya daha fazla borç doğuran bir hukûkî tasarruftur. Bu tasarruf, akdi yapan şahıslara (taraflara) haklar ve borçlar getirmektedir. Meselâ iki şahıs bir satım akdi yapmışlarsa, satın alanın bedeli, satanın da malı teslim etme borçları doğmuş, buna karşı satan bedele, satın alan da mala mâlik ve sahip olma hakkını kazanmışlardır. Şu hâlde akdin genel hükümleri, birinci derecede akdi yapan taraflarla ilgili olmaktadır. Akit temsil yoluyla yapılmış olursa temsilciler, bunların küllî ve cüz'î halefleri, alacaklılar ve bazı hâllerde üçüncü şahıslar da akdin genel hükümleri ile ilgili olmaktadırlar. İslâm hukuk kaynakları, çeşitli bahislere serpilmiş olarak akdin, bütün bu şahıslarla ilgilerini bahis konusu edinmiştir. Akitle ilgili şahısların başında, şüphesiz akdin asıl tarafları gelmekte, bunları temsilciler takip etmektedir. Temsil konusuna yerinde temas edilmiştir. İslâm Hukûku'nda prensip olarak akit, üçüncü şahıslara değil, bizzat, yahut hukûkî temsilcileri vasıtasıyle akdi yapan taraflara tesir etmekte, hukûkî sonuçları onlar için doğurmaktadır. Bununla beraber akdin hükmü ile hukûku birbirinden ayrılmıştır. Akdin hükmü, tarafların kastettiği ve akdin, nev'ine göre meydana getirdiği asıl sonuçtur. Akdin hukûku ise onu koruyan, tamamlayan ve asıl sonuçları güçlendiren ikinci derecedeki (hükme tâbi olan) borç ve haklardır. Meselâ bir satım akdinde hüküm, satım konusu malın mülkiyet hakkının satın alana, bedelin mülkiyetinin ise satana geçmesidir. Bu akdin hukûku ise "satıcının malı teslim etme ve mal kusurlu çıkarsa geri alma borcu, bedeli isteme hakkı, satın alanın bedeli ödeme borcu, satın aldığı malı isteme hakkı, kusurlu çıktığında geri verme hakkı" gibi haklardır. Taraflar dışında kalan şahısları ilgilendirme bakımından bu ayrımın önemine yukarıda işaret edilmiştir.
2. Mevzûu bakımından akdin genel hükümleri: Mevzûu bakımından akdin genel hükümleri çerçevesinde iki husûs vardır:
1. Akdin tefsiri, sınırlarının tesbiti ve îfâsı.
2. Akitten doğan borçların yerine getirilmemesi hâlinde söz konusu olan sorumluluk (akdî mesuliyet).
1. Akdin tefsiri ve sınırlarının tesbiti konusu İslâm hukûkunda, özellikle Fıkıh Usûlü ve Kavâ'id kitaplarında ele alınmış, işlenmiş ve umûmî kâidelere kavuşmuştur. Îfâ konusuna gelince, akit tarafların kanunudur; kanun nasıl genel mânâda bağlayıcı ise, akit de taraflar için öylece bağlayıcıdır. Akdin mânâ ve mahiyeti anlaşılmış, gerektiği takdirde tefsir ve sınırlama da yapılmış ise sıra îfâya; yâni tarafların borçlarını yerine getirmelerine gelmiştir. Batı hukuklarında, akitlerin tamamına ait bir "îfâ nazariyesi" vardır. İslâm Hukûku'nda ise akitler teker teker ele alınmış; kuruluş, şart ve özelliklerinden bahsedildikten sonra, bunlara bağlı olarak nasıl îfâ edilecekleri sözkonusu edilmiştir. Çeşitli mevzûlar üzerine kurulan akitlerin doğurduğu hukûkî neticeleri beş maddede toplamak mümkündür:
a) Bedelli veya bedelsiz olarak mal mülkiyetinin nakli,
b) Bedelli veya bedelsiz olarak menfâat mülkiyetinin nakli,
c) Zimmet borcu yüklemek,
d) İş ve hizmet borcu yüklemek,
e) Borçları garanti altına almak.
Akit ile îfâsı gerekli hâle gelen bu beş nevi borçla ilgili olarak îfâ kâideleri ortaya konmuştur:
1) Mülkiyetin nakli hükmü ile ilgili olanlar: İslâm Hukûkun'da mülkiyeti nakleden, akdin kendisidir. Akid, diğer bazı sistemlerde olduğu gibi, mülkiyeti nakil borcu doğurmaz, doğrudan mülkiyeti nakleder. Yalnız ıvazsız akitlerde mülkiyetin nakli, teslim ve tesellüm ile tamam olmaktadır. Satım akdinden sonra ve teslimden önce satım konusu malda meydana gelen artışlar satın alana aittir. Tarafların, akitten sonraki iflâsları, akdin neticesini etkilemez. Satın alan, teslim almadan önce satım konusu mal üzerinde tasarrufta bulunabilir; müctehidlerin çoğuna göre taşınmaz mallarda, Mâlikîlere göre aynı zamanda taşınır mallarda, satma, kiraya verme, bağışlama gibi hukûkî tasarruflar yapılabilir.
2) Menfâatin naklî hükmü ile ilgili kâideler: Menfâat mülkiyetini nakleden akitlerde menfâatin elde edilmesi, îfânın gerçekleşme şekli, akdin mevzûuna göre değişiklikler arzeder: Evde oturulur, arâzî ekilir, elbise giyilir, hayvana binilir veya yük taşıtılır, hizmetçi ev vb. hizmetlerinde kullanılır... Aylıkçı, yıllıkçı şeklindeki işçi (ecîr-i has), iş yerinde hazır olduğu müddetçe ücrete hak kazanır, belli bir iş için kendisiyle akit yapılan usta, işçi vb. (ecîr-i müşterek), işi yapmakla ücrete hak kazanır. Ev, dükkân vb. kiralanmış olması hâlinde kiraya veren, kira konusu nesneyi teslim etmek ve istifâde edilebilir hâlde tutmak borcundadır. Bedelsiz menfâat temliklerinde (meselâ âriyet akdinde) menfâat şahsîdir, istifâde hakkı başkasına devredilemez, bedelli menfâat temliklerinde (meselâ kira akdinde) menfâat mâliki, bunu başkasına devredebilir.
3) Zimmet borcu yükleme hükmü ile ilgili kâideler: Zimmet borcu deyndir. Deyn, mevzûu nakit veya mislî eşya olan borçtur. Zimmet borcunda ödemeyi ya bizzat borçlunun, yahut da temsilcisinin yapması gerekir. Zimmet borcu, talebe muhatab olma yükümlülüğü getirir; kim borçlu ise taleb de ona karşı dermiyan edilir. Zimmet borcu vâdeye bağlanabilir, takas ve ibrâ konusu olabilir.
4) İş, hizmet ve teminât hükmü getiren, bu nevi hukûkî sonuçlar doğuran akitlerde îfâ da, bu akitlerin tabiat ve maksatlarına uygun olarak yapılır.
Akdî mesûliyet: Akit gerektiğinde tefsir edilir, sınırları belirlenir ve mevzûu yerine getirilir; haklar alınır, borçlar ödenirse, taraflar arasında akdin doğurduğu hukûkî bağ sona erer, akdin hüküm ve hukûku fiilen gerçekleşmiş olur. Ancak îfâ, her zaman bu şekilde gerçekleşmez; bazen verme şeklinde gerçekleşecek bir borcun îfâsı ya hiç yapılmamış (borç ödenmemiş), yahut da geç yapılmış olur. Yapmakla gerçekleşecek bir îfâ ya hiç yapılmamış, yahut da zamanında yapılmamış olur. Bu durumlarda alacaklı tarafın zarara uğramaması, borçlu tarafın da bundan sorumluluğu sözkonusudur. Genellikle tazminât şeklinde kendini gösteren bu sorumluluk "akdî mesûliyet"tir. Akdî sorumluluktan bahsedebilmek için üç unsurun biraraya gelmesi gerekir:
a. Geçerli bir akdi îfâ etmeme şeklinde ortaya çıkan "kusur",
b. Karşı tarafın bundan dolayı uğradığı zarar,
c. Zararın bu kusurdan meydana gelmiş bulunması mânâsında "illiyet râbıtası". Zarar, ekonomik değer kaybıdır. Bu anlayıştan hareket eden İslâm hukûkunda zarar ve tazmin konuları, diğer hukuklarda olandan farklıdır. Zarara uğrayan nesnenin tazmin konusu olabilmesi için dînî-hukûkî bakımdan ekonomik değer taşıması (ve bazı mezheblere göre) kendi başına var olabilmesi gerekir. Şarap ve domuz gibi mallar, dînî-hukûkî bakımdan değer taşımadıkları için tazmin konusu da olmaz. Bir maldan (evden, dükkândan, hayvandan, arabadan) elde edilen menfâat ise kendi başına var olamadığı için tazmin konusu olup olmayacağı tartışılmıştır. Hanefîler bazı istisnâlar dışında menfâatin tazmin konusu olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Şâfiîler ise meselâ gasbedilen maldan elde edilen menfâatin, mal sahibine tazmin edilmesi gerektiğini ileri sürerek bu konuda ileri bir adım atmışlardır. Sağlam olarak kurulmuş (sahih) bir akdin, yukarıda özetlenen hukûkî neticeleri yanında bâtıl ve fâsid akdin hukûkî neticeleri üzerinde de durulmuştur. Bâtıl akde iki açıdan bakılmıştır. Maddî bir vâkıa olarak bakıldığında bâtıl akit, meselâ evlilikte -taraflar evliyiz zannederek birleştikleri için- zînâ yapmış sayılmamaları, doğan çocuğun nesebinin sahih olması, bir nevi mehir ve iddetin gerekli olması gibi sonuçlar doğurmaktadır. Bu tasarrufa bir akit olarak bakıldığında, Hanefîlere göre bâtıl satım akdinde satılan mal, alıcı tarafından bir üçüncü şahsa satılsa dahi butlân ortadan kalkmaz (ikinci satım butlâna tesir etmez), mal ve bedel ikinci alandan ve satandan geri istenir. Mâlikîlere göre bu durumda ve benzerlerinde üçüncü şahıslar korunur, akit konusu mal onlardan geri alınamaz, ancak ikinci satıcıdan malın kıymeti veya misli taleb edilebilir. Hanefîler dışında kalan müctehidlere göre fâsid ile bâtıl arasında fark yoktur. Hanefîlere göre ibâdetlerde ve evlenme akdinde fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir. Diğer hukûkî tasarruflarda fâsid, bâtıldan farklıdır. Akdin fesâdını gerektiren vasıf ortadan kalkarsa akit sıhhat kazanır. Fâsid akit mülkiyeti nakletmez, ancak buna mevzûun îfâsı da eklenince (meselâ satım akdinde mal ve bedel alınıp verilince) mülkiyet de intikâl eder, ancak akit, yine de feshedilmeye mahkûmdur. Îfâdan sonra akit konusunun, yeni bir akitle el değiştirmesi, yahut önemli ölçüde değişikliğe uğraması hâlinde birinci akdin (fâsid akdin) feshedilme kâbiliyeti de ortadan kalkmış olur.79

Akdin Sona Ermesi:
Akdin sona ermesi, ortadan kalkması çeşitli şekillerde olabilir; akit tam olarak îfâ edilir sona erer, bâtıl ve fâsid akitler iptal edilir ortadan kalkar, sağlam olarak doğmuş bir akit henüz tam olarak îfâ edilmeden geriye dönük olarak bozulur ve hükümsüz hâle getirilir; işte burada sözkonusu olan bu sonuncu şekildir. Bu şekilde akdin sona ermesi, ortadan kalkması ya bağlayıcı olmayan akitlerin, bağlı olmayan tarafça bozulması, ya feshedilmesi, yahut da ikâle yoluyla gerçekleşmektedir.
1. Birinci şıkta tarafların bağlı olmamaları, ya akdin özelliğinden gelir; vedîa, âriyet, vekâlet, karz, hîbe bu kısmın örnekleridir; yahud da muhayyerliklerden kaynaklanır; görme, kusurlu çıkma, hîle, fâhiş fiyat, vasıf muhayyerliklerine dayalı bozmalar da bu kısmın örnekleridir.
2. Fesih: İslâm hukûku fesih hakkını birinci şıkta tanımış, fakat bunun dışında (akdin özellik ve tabiatından gelen, yahut muhayyerliklere dayanan fesih hakkı haricinde) prensip olarak fesih hakkı vermemiş, akdin doğurduğu borcun îfâ edilmemesini feshe sebep kılmamıştır. Çünkü fesih, bağlayıcı bir tasarrufun, dönüşü mümkün olmayacak şekilde bozulması demektir ve bunun sınırının geniş tutulması hukuk düzeni bakımından sakıncalı olabilir. Fesih hakkının dar tutulmasından doğacak sakıncaları gidermek üzere İslâm Hukûku, borcun îfâ edilmemesine dayalı defi ve hapis hakkı sâhalarını geniş tutmuş; borcu öncelikle îfâ etmesi gereken tarafın bunu yapmaması hâlinde karşı tarafa, buna bağlı olarak kendi borcunu îfâyı durdurma (defi) ve akit mevzûunu elinde tutma (hapis) haklarını geniş boyutlarda vermiştir. Genel kâide bu olmakla beraber, istisnâî olarak iki hâlde, borcun îfâ edilmemesine dayalı fesih hakkı da tanınmıştır. Bunlardan birincisi, akdin mevzûu olan malın (satım akdinde teslimden önce satılan malın, kira akdinde kiraya verilen malın) kısmen veya tamamen işe yaramaz, istifâde edilemez hâle gelmiş olması hâlidir. Bu durumda alıcı ve kiracıya akdi fesih hakkı verilmiştir. İkincisi kira akdinde, kira bedelinin ödenmemesi hâlidir. Satım akdinde bedelin ödenmemesi akdin feshine imkân vermez iken kira akdinde bunun mümkün olması şu gerekçeye dayanmaktadır: Kira akdinde, bedel karşılığında temlik edilen şey, mal değil, menfâattir; menfâat ise akit esnasında fiilen mevcût olmayıp, zaman içinde, istifâde edildikçe hasıl olacaktır, bu sebeple kira akdinde bedelin ödenmemesi sebebiyle akdin feshedilmesi, ileride hasıl olacak menfâatin teslim edilmemesi olarak kabûl edilmiştir.
3. İkâle: Bundan maksat, sağlam olarak doğmuş, fakat henüz tam olarak îfâ edilmemiş bir akdi, tarafların, kaşılıklı anlaşmaya vararak bozmalarıdır.80 İkâle yoluyla akdin bozulması, akdin kurulmasında olduğu gibi tarafların îcab ve kabûlü ile gerçekleşmektedir. Bunun da mûteber olabilmesi için bazı şartlar vardır: Tarafların serbest olarak ikâleye râzı olmaları, icâb ile kabûlün aynı mecliste olması (meclis birliği), para değişimi akdi bozuluyorsa bedellerin aynı mecliste iade edilmesi, akit ve ikâle konusu malın bu sırada mevcut bulunması bu şartların başlıcalarıdır. İkâlenin fesih mi, yoksa yeni bir akit ve sözleşme mi olduğu konusunda da farklı ictihadlar vardır.
Ebû Hanîfe'ye göre ikâle, taraflar bakımından fesih, üçüncü şahıslar bakımından yeni bir akit mahiyetindedir. Her iki bakımdan da ikâleyi fesih, yahut yeni bir akit sayan ictihadlar da vardır. İkâlenin fesih, yahut yeni bir akit sayılmasının "teslim, şüf'a hakkı, akit mevzûu üzerinde tasarruf" gibi konularda önemli tesiri ve farklı sonuçları vardır. Meselâ bir taşınmaz malın satımından rucû ediliyorsa, bunu fesih sayan ictihada göre, vaktiyle kullanılmamış bulunan şüf'a hakkını kullanmak mümkün olmaz, halbuki ikâle yeni bir akit gibi telâkki edilirse, önceden kullanılmamış olan şüf'a hakkını bu takdirde kullanmak mümkün hâle gelecektir.81

Metinde zikri geçmeyen kaynaklar:
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805), el-Hucce alâ ehli'l-Medîne, I-IV, Haydarâbâd, 1965-1971
Sehnûn Abdusselâm b. Sa'îd (v. 240/845), el-Mudevvene, I-XVI, Kahire, 1323
Ebû İshak İbrâhîm b. Alî eş-Şirâzî (v. 476/1083), el-Muhezzeb, I-II, Kahire, 1956
Muhammed b. Ahmed es-Serahsî (v. 490/1097), el-Mebsût, I-XXX, Mısır 1324-1331
Ebu'l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Ruşd (v. 520/1126), el-Mukaddimât, Kahire, 1325
Alâuddîn Ebû Bekr b. Mes'ûd el-Kâsânî (v. 587/1191), Bedâyi'u's-sanâyi', I-VII, Mısır, 1327-1328
Abdullah b. Ahmed b. Kudâme (v. 620/1223) el-Muğnî, I-X, Kahire 1970
Ebu'l-Abbâs Ahmed b. İdrîs el-Karâfî (v. 684/1285), el-Furûk, I-IV, Mısır, 1311
Ahmed b. Muhammed b. Cuzey (v. 758/1383), el-Kavânînu'l-fıkhıyye fî telhîsı-mezhebi'l-Mâlikîyye, Fâs, 1935
Bedruddîn Muhammed b. Behâdur ez-Zerkeşî (v. 794/1392) el-Mensûr fi'l-kavâ'id, I-III, Kuveyt, 1982
Abdurrahmân b. Receb (v. 795/1393) el-Kavâ'id, Mısır, 1352
Mahmûd b. İsrâîl (İbn Kadı-Simavna, v. 823/1420), Câmi'u'l-fusûleyn, Mısır, 1300
Zeynuddîn b İbrâhim b. Muhammed (ibn Nuceyn, v. 970/1563), el-Eşbâh ve'n-nezâir, Mısır, 1322
Celâluddin Abdurrahmân b. Ebî-Bekr (v. 911/1505), el-Eşbâh ve'n-nezâir, Mısır, 1959
Ali Haydar (v. 1355 / 1936), Duraru'l-hukkâm min şerhi-mecelleti'l-ahkâm, I-IV, İstanbul, 1330
Subhî el-Mahmasânî, en-Nazariyyetu'l-âmme li'l-mûcebât..., Beyrut, 1948
Abdurrezzâk es-Senhûrî, Mesâdiru'l-hak, I-VI, Kahire, 1954
Mustafâ Ahmad ez-Zerkâ, el-Fıkhu'l-İslâmî fî sevbihi'l-cedîd, I-II, Dimaşk, 1959
Muhammed Yûsüf Mûsâ, el-Emvâl ve nazariyyetu'l-akd, Kahire, 1952
Eİ-Akd maddesi
H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukûku, C. II, İstanbul, 1987.



66. Ebû Dâvûd, İmâre, 18, 38; Buhârî, Kefâlet, 4; Ahmed, Müsned, c. IV, s. 325.
67. Mâide: 5/1.
68. Taberî, Câmi'u'l-beyân, Kahire/Meymeniyye, ts., c. VI, s. 28; İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut, ts., c. II, s. 525.
69. Bakara: 2/282.
70. J. Schacht, İslam Hukûkuna Giriş, çev. M. Dağ ve A. Şener, Ankara 1977, s. 151.
71. el-Kavâ'idu'n-nûrâniye, Kahire, 1951, s. 184 vd., 204 vd.
72. Mecelle, md. 149, 361.
73. Nisâ: 4/3, 29.
74. Mecelle, md. 72.
75. Mecelle, md. 948.
76. Mecelle, md. 186-188.
77. Mecelle, md. 1449.
78. Mecelle, md. 1453.
79. Mecelle, md. 372.
80. Mecelle, md. 163.
81. Mecelle, md. 190-196.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler