HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


İftâ (Fetvâ Verme) Usûlü ve Kaynakları
Giriş:
Kendine yaratılıştan bahşedilen vâsıtalarla bilgi edinen, bu bilgiyi, nev'i için mukadder sınıra kadar, bizzat gayretiyle götürme kâbiliyetine sahip bulunan tek şuurlu varlık insanoğludur. Bilinmek şânından olan varlıkların sınırsızcasına büyüklüğü yanında, bilgisi ve bilme kâbiliyeti sınırlı olan insan, "De ki: Rabbim, ilmimi arttır"130 buyruğunun fıtrî icâbı olarak, meçhuller dünyasını fetheylemek için asırlar boyu gece gündüz didinmiş, her vâsıtaya başvurmuştur. İşte bu vâsıtalardan biri de sormaktır. Aczin, bilgisizliğin çâresi sualdir, sormaktır.
Kişiye gerekli olan dinî bilgileri edinmenin iki yolu vardır:
a) Bilgiyi kaynaklarından bizzat almaktan ibâret olan tahkik yolu.
b) Bilenlerin, bilgiyi üretenlerin nezdinde hazır bulup almaktan ibâret olan taklîd ve ittibâ yolu. Dinimiz birinci yolu teşvik, ikincisini ise zarûret sebebiyle tecvîz etmiştir. "Bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz"131 âyeti bunun delîlidir.
Kur'ân-ı Kerîm, "senden soruyorlar" mânâsında "yesteftû-nek" ve "size açıklıyor" mânâsında, "yüftîkum" kelimelerini de kullanmıştır. Bu sebeple olmalıdır ki, dinî soru ve cevap mevzûu, bu fiilerin masdarı (kökü) olan "istiftâ" ve "iftâ" ile ifâde edilegelmiş, sorana "müsteftî", cevap veren, dinî hükmü açıklayana "müftî" açıklanan hükme ve bilgiye "fetvâ" denilmiştir.
Soru ve cevabın hedefini bulabilmesi, isteneni verebilmesi, faydalı olabilmesi için soranın, sorulanın ve sorunun bir takım edeb ve kâidelere tâbî olması iktizâ etmiş, zamanla bu mevzû, kitaplara konu olmuştur. İşte bu risâlemizde ele almak, çeşitli yönlerden incelemek istediğimiz mevzû budur: Dinî sorunun kime, nasıl sorulacağı, kimlerin cevap verebileceği, nasıl ve nereye dayanarak cevap vereceği...


1. FIKIH BİLGİNLERİ VE İFTÂ USÛLÜ
A. Fıkıh Bilginleri:
Fetvâ verirken kullanılacak usûl ve kaynaklar, fetvâyı veren bilginin; yâni müftînin ilmî yeterliliğine ve derecesine göre değişmektedir. Meselâ ictihad ehliyetine sahip bir fıkıh bilgini ile bir mukallidin aynı usûl ve kaynakları kullanmaları düşünülemez. Bu sebeple önce fıkıh bilginlerinin derecelerini tesbit etmemiz gerekiyor.
Fıkıh bilginlerinin tasnîfi ve her sınıfa giren bilginlerin tesbiti taklîd devirlerinde ele alınmış, mukallid bilginler, kendilerinden üstün olan geçmiş fukahâyı sınıflandırmışlar, çoğu kez değerlendirmeler isâbetli olmamış, tenkidlere uğramıştır.
Biz burada meşhur olan üç tasnifi kısaca vermeye çalışacağız:

Birinci Tasnîf:
Taşköprîzâde, İbn Kemâl, İbn Âbidin gibi zevatın benimsedikleri ve Hanefîlere ait olan tasnîfe göre132 fıkıh bilginleri yedi tabakadır (sınıf ve derecedir);

1. Dinde müctehidler (el-Müctehidûn fi'ş-şeri'):
Dört mezhep imamının içinde bulundukları bu tabaka fakihleri usûl ve fürû'da istiklâle sahiptirler, kimseyi taklîd etmezler, kendi tesbît ve buluşları olan usûle dayanarak dinin ana kaynaklarından (edille) fer'î hükümleri çıkarırlar.

2. Mezhebde müctehid olanlar (el-Müctehidun fi'l-mezheb):
İmâm Ebû Yûsuf, İmam Muhammed gibi fıkıh bilginlerinin dahil bulunduğu bu tabaka mensupları umûmiyetle usûlde üstadlarına tâbî olup, fürû'da istiklâle sahiptirler; bu usûle göre kaynaklardan hüküm çıkarır ve bu hükümlerde üstâdlarına muhalefet edebilirler.

3. Meselede müctehidler (el-Müctehidun fi'l-mesâil):
Hassâf (261/875), Tahâvî (321/933), Ebu'l Hâseni'l-Kerhî (340/951), Halvânî (456/1064), Serahsî (500/1106 civarı), Bezdevî (482/1089), Kadîhân (593/1197) gibi fıkıh bilginlerinin örnek gösterildiği bu tabaka mensupları usûl ve fürû'da mezhep imamlarına muhalefet edemezler. Yalnızca mezhep imamlarının ictihad etmedikleri meseleleri, yine onların usûlüne göre ictihad ederek hükme bağlarlar.

4. Tahric yapanlar (el-Muharricûn, ashâbu't-tahrîc):
Ebû Bekr Râzî el-Cessâs'ın (v. 370/980) örnek gösterildiği tahrîc fâkihleri ictihad ehliyetini hâiz değildirler. Bunlar imamların usûl ve delillerini bildikleri için onlardan nakledilen görüşleri açıklar, birden fazla ihtimal taşıyan sözlerde ihtimallerden birini tercih eder ve tahrîc yaparlar. Burada tahrîcden maksad imamların sözlerini nass yerine koyarak, onların usûlüne göre bu sözlerden hüküm çıkarmaktır.

5. Tercîh yapanlar (ashâbu't-tercîh):
Burada tercihden maksad, tek mezhebe ait ve aynı mesele ile ilgili birkaç görüşten birini diğerine tercihtir. Tercih edilen kavil için "bu daha uygundur", "bu rivâyet yönünden daha sağlamdır", "bu kıyâsa da uygundur", "bu, halkın durumuna daha münasiptir..." gibi ifadeler kullanılır. Ebû'l-Hasen el-Kudûrî (v. 428/1037), Hidâye müellifi Merğînâni (v. 593/1197) bu tabakaya örnek gösterilmişlerdir.

6. Temyiz yapanlar (ashâbu't-temyîz):
Kuvvetli, daha kuvvetli ve zayıf görüşleri, zâhir (mevsuk) ve nâdir rivâyetleri birbirinden ayıran mukallidlerdir. el-Kenz, el-Muhtâr, el-Vikaye, el-Mecma, gibi fıkıh kitaplarının yazarları bu tabakaya örnek gösterilmişlerdir.133

7. Tam mukallidler (el-mukallidu'l-mahz):
Bunlar, yukarıdan beri sayılan tabakalara giremeyen ve daha üst derecedekilerin yaptıklarını yapamayan, bulduklarını ve gördüklerini -kuru, yaş demeden- alan, nakleden fıkıhçılardır.
Bu tasnif bilhassa iki noktadan şöylece tenkid edilmiştir.
a) İlk üç tabakadan sonrakileri ayrı ayrı tabakalar kabul etmek doğru değildir; bunlar mukallid fıkıh bilginleridir ve üç tek sınıf teşkil eder. Yedinci tabakadakiler ise fıkıh bilgini olmadıklarından onlara yer ayırmamak gerekir.
b) Tabakalara örnek gösterilen zevat yerlerine isabetli bir şekilde oturtulmamıştır. Meselâ Cessâs'ın yeri en azından müctehid fi'l-meseledir.134

İkinci Tasnif:
Bu tasnif Şâfiîlere âit olmakla beraber Hanbelî ve Mâlikî fukâhasının tasniflerine de çok yakındır. Bunlara göre fıkıh bilginleri beş tabaka teşkil ederler:

1. Mutlak müstakil müctehid:
Bu Hanefîlerdeki müctehid fi'ş-şer'a tekâbül etmektedir.

2. Mutlak müntesip müctehid:
Bu sınıfa dâhil olan müctehidler fürû'da müstakil olmakla beraber İmâm Şâfiî'nin ictihad usûlünü benimsemişlerdir. Müntesip müctehidlerden bir kısmının İmâm Şâfiî'ye muhâlif düşen ictihadları, muvâfık olanlardan daha çoktur; dört Muhammed (İbn Cerîr, İbn Nasr, İbn Münzir ve İbn Huzeyme) buna örnektir. Diğer kısmının ise muhâlif ictihadları daha azdır; Müzenî de buna örnek gösterilmiştir.

3. Mukayyed müctehidler veya ashâbu'l-vücûh:
Bu sınıfa giren fakîhler de ictihad mertebesine gelmiş olmakla beraber kendilerin İmâm Şâfiî'nin ictihadlarıyla bağlı kabul etmişler, ona muhâlefet etmemişler ve yeni meseleleri tahrîc yoluyla çözmüşlerdir. Bu sınıf Hanefîlerdeki mesele müctehidi ile tahrîc ehlini içine almaktadır.

4. Mezhep içinde tercîh ve açıklamalar yapan fakîhler.
5. Mezhebi iyi anlayan ve doğru nakledenler.
Bu iki sınıfa dâhil fıkıh bilginleri müctehid olmayıp, mukallid sayılmaktadırlar.135

Üçüncü Tasnif:
Fâdıl b. Âşûr bir teblîğinde136 fukahânın tabakâtını tarihî seyri içinde vermiş böylece tabakaların teşekkül târihi ile sebebine de ışık tutmuştur. Buna göre:
1. Sahâbe ve tâbiûn fukâhası içinde büyük müctehidler bulunmakla beraber bunlar ihtiyâca göre fer'î meselelerde fetvâ verme yolunu tutmuş, ictihad usûlü üzerinde söz etmemişlerdir.
2. Hayatları ikinci hicret asrını dolduran ve kısmen yekdiğeriyle muâsır bulunan137 beş imam, üstadlarından aldıkları bilgilere kendilerinkini de katarak ictihad usûllerini ortaya koymuş, fıkhı bir bütün halinde ele almış, her mevzûda -vâki olmasa da- hüküm serdetmişlerdir. Böylece Mâlik'in Medine'de, Şâfiî'nin Mekke'de, Ebû Hanîfe'nin Irak'ta, Evzâî'nin Şam'da, Leys b. Sa'd'ın Mısır'da temsil edilen mezhebleri teessüs etmiştir.
Bu beş fakîhin asrında yaşayıp müstakil ictihad eden, fakat usûlden bahsetmeyen ve ictihadlarını bir mezhep halinde ortaya koymayan müctehidler vardır; Süfyân-ı Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, İbn Ebî Leylâ, Abdullah b. Mübârek...
3. Üçüncü asır ile dördüncü asrın başlarında yine müstakil mutlak müctehidler bulunmuştur. Bunlardan Ebû Sevr, Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi bazıları usûlden bahsetmemiştir. Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd b. Ali ise usûlden de bahsetmiş ve diğer müctehidlere usûlde muhâlefet etmişlerdir.
Ancak aynı asırda yaşayan diğer bazı fıkıh bilginleri müstakil ictihâd yerine, usûlde mezhep sâhibi müctehidlere ittibâ ve fürû'da ictihad yolunu tutmuş, "müntesib müctehidler" olarak mezheblere dağılmışlardır. Bu cümleden olarak:
Ebû Yûsuf, Muhammed, Züfer, Hasan b. Ziyâd Ebû Hanîfe'ye mensup;
İbn Nâfî, İbn Mâceşûn, İbn Kâsım, Eşheb, Alî b. Ziyâd, Yahya b. Yahya İmam Mâlik'e mensup;
Za'ferânî, Buvaytî, Müzenî, Rabî', Yûnus İmam Şâfi'î'ye mensup müctehidlerdir.
Dördüncü asırda Hanbelî ve Zâhirî mezhebine mensup müctehidler de zuhûr etmiştir.
4. Dördüncü asrın yarısından itibâren beşinci asrın başlarına kadar yeni bir sınıf fıkıh bilgini ortaya çıkmıştır. Uygulama yapanlar (ehlu't-tatbîk) denilen bu fakîhlerin işi daha önce çıkarılmış fıkhî hükümleri toplamak gözden geçirmek, ittifak ve ihtilâf noktalarını tesbit etmek ve temas edilmeyen meselelerde tahric yapmaktır. Hanefîlerden Kerhî ve Tahâvî, Mâlikîlerden Ebherî, İbn Ebî Zeyd, İbn Zemeniyn, Şâfiîlerden Mervezî, Ebû Hâmid İsferâyînî, Ebû İshâk Şirâzî, Hanbelîlerden Hırakî bunların en tipik örnekleridir.
5. Altıncı ve yedinci asırlarda yetişen fıkıh bilginleri kendilerini bitmez tükenmez fıkıh malzemesi karşısında bulmuşlar; fakat bu hükümlerin ve bilgilerin taranmamış, tercih edilmemiş, karışık ve kısmen çelişik olduğunu görmüşlerdir. Bunun üzerine mezkûr hükümleri tarayarak rivâyet yoluna veya deliline göre birini diğerine tercih etmişlerdir. Bunlara fetvâ müctehidi ve ayıklayanlar (ehlü't-tenkîh) denir. Bunlar, tahrîc yoluyla da olsa yeni bir kavil (görüş) ortaya koymazlar. Kâsânî, Kâdîhan, Mergînânî, İbn Rüşd, Mâzerî, Iyâd, Gazzâlî, İbn Asrûn bu sınıftan fıkıh bilginleridir. Tercîhe paralel olarak fıkıh kitaplarında muhtasar metin devri açılmış, çeşitli görüşler ve delilleri muhtevî kitaplar yerine delilsiz, tek görüşü içine alan kitaplar yazılmıştır.
Beşinci asırdan zamanımıza kadar hakim olan taklîde ve dar mezhebçi gidişe ayak uydurmayan, kör taklîdi kınayan, meselelere daha geniş açıdan bakan fıkıh bilginleri de yetişmiştir: Ebû Bekr İbn Arabî, İbn Rüşd, İbn Dakıykı'l-iyd, İbn Arefe, Burzülî, İbn Merzûk el-Hafîd, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hacer Askalânî, Suyûtî, Ebussuûd, Hayruddin Ramlî, Şah Veliyullah, Şevkânî gibi âlimleri burada örnek olarak hatırlayabiliriz.

B. Fetvâ Selâhiyeti
Fıkıh bilginlerinin aynı ilim derecesinde olmadıklarını, fıkıh tarihi boyunca güçlüden zayıfa bir gerilemenin vukû bulduğunu, buna rağmen her asırda, dar taklîd çemberini aşmış bilginlerin de bulunduğunu -bundan önceki bahiste- arzetmiştik. İftâ mevzûunda tartışılan bir mesele de, fetvâ verme selâhiyetinin hangi tabakalara kadar şâmil olduğu, başka bir deyişle kimlerin fetvâ verebileceğidir. Dört mezhebin ittifak ettiği nokta fetvâ verme selahîyetinin müctehidlere ait bulunduğu ve ancak müctehidin müftî olabileceğidir. Farklı nokta ise müctehid bulunmadığı takdirde mukallidlerin de -zarûret dolayısıyla- fetvâ verip verememeleri meselesidir.

1. Malikîlere göre:
Karâfî'nin açıklamalarına göre fıkıh bilginlerini -fetvâ selâhiyeti bakımından- aşağıdan yukarıya şöyle sıralayabiliriz:
a) Bir veya birkaç muhtasar fıkıh kitabını okuyarak Mâlikî mezhebinin hükümlerini öğrenen fakat başka mufassal kitaplardaki kayıt ve tahsisleri bilemeyen veya bunların bulunup bulunmadığından emin olamayan kimseye fetvâ vermek haramdır. Böyle bir kimse bir meseleyi bütün kayıt ve şartlarıyla bilirse sual sorana onu aynen nakledebilir; eksiltme, arttırma ve benzetme yapamaz.
b) Hükümleri bütün kayıt ve açıklamalarıyla beraber öğrenmiş olan kimse nakil yoluyla fetvâ verebilir; fakat imamının delil ve usûlünü tam mânâsıyla bilemiyorsa tahrîc yoluyla fetvâ veremez; öğrendiği meseleyi aynen nakleder, benzeri üzerinde hüküm yürütemez.
c) İmamının usûlünü, delillerini, özellikle kıyas, illet, mesâlih ve kaidelerin şartlarını tam olarak kavramış bulunan kimse tahrîc ehlidir; bütün gayretini sarfederek tahrîc yoluyla fetvâ verebilir.138
Malikî mezhebinden Şâtıbî'nin ifadesine göre tahrîc veya "hüküm ve kaideleri, yerini bulup uygulama" mânâsında tahkîk-i menât ictihadı kıyamete kadar devam eder.139
Şu halde Mâlikîlere göre fetvâ selâhiyeti en aşağı ehl-i tahric için sözkonusudur. Daha aşağı derecede bulunan fıkıhçılar, ancak zarûret halinde eksiksiz olarak bildikleri hükümleri aynen naklederler.

2. Hanbelîlere göre:
Hanbelî ve Mâlikîlerin fukahâyı tasnîfi, umûmî hatlarıyla Şâfiîlerin tasnîfine benzemektedir. Hanbelîlere göre de iftâ selâhiyeti müctehidden başlayarak tahrîc ehline gelir. Bunun altındaki iki tabaka için iftâ selâhiyeti yoktur.
Hanbelî ulemâsı, delile ve iftâ sırasındaki durum ve şartlara muttalî olmayan mukallidin -daha âlim bir müftî bulunmayınca- fetvâ verip veremeyeceğini tartışmışlardır. Bir gruba göre bunların fetvâ vermeleri asla caiz değildir. Diğer gruba göre, bildiğini aynen nakletme yoluyla fetvâ verebilirler.140

3. Şâfiîlere göre:
Şâfiîlerin tasnîfinde ilk üç sırada yer alan fakîhler ehliyet durumlarına göre, ictihad veya tahric yoluyla fevtâ verirler. Dördüncü ve beşinci sıradaki fakîhler tahrîce de ehil olmadıkları için ancak nakil yoluyla fetvâ vermeleri tecviz edilmiştir. Nevevî bu nakilden maksadın ne olduğunu şöyle açıklıyor:
a) Mezhebinin kitaplarında imamının açık ifadesini veya mezhebde müctehidlerin, onun usûlüne dayanarak çıkardıkları hükümleri bulursa aynen nakleder ve bu şekilde naklî fetvâlarına itimad edilir.
b) Böyle bir nakil bulamaz, fakat benzerini bulursa ve iyice düşündükten sonra aralarında -hükme tesir edecek- bir fark bulunmadığını da anlarsa bunu da yukarıdakilere katabilir.
c) Bunu da bulamamakla beraber, mezheb müctehidlerinin ortaya koyduğu umûmî kâide ve hükümlerin içine girdiğini bildiği hükümlerle de fetvâ verebilir.
d) Bu üç maddeye girmeyen bir mesele hakkında fetvâ veremez; zaten bu üç maddeden birine girmeyen mesele de yok gibidir.141

4. Hanefîlere göre:
Hanefîlerde ilk üç tabakanın ictihadlarıyla fetvâ verecekleri ittifakla kabul edilmiştir. "İlim mensuplarının, ictihad ve ahlâk (adâlet) ile ma'rûf olanlarından fevtâ sormanın caiz olduğunda ittifak vardır.142
Tahric ehlinin bu metodu kullanarak fetvâ vermesinin cevâzı mevzûunda üç görüş vardır:
a) Mutlak olarak caiz değildir.
b) Daha yukarı dereceden âlim (müctehid) yok ise caizdir.
c) Mutlak olarak caizdir.
Bunlardan birinci görüş zayıf, ikincisi ise şâyân-ı tercihtir.
Tahrîc ehli olmayan mukallidlerin tahric yoluyla fetvâ vermeleri tecvîz edilmemiş, ancak ehlinin verdiği fetvâları nakletmeleri zarûrî olarak caiz görülmüştür.
İbn Hümâm bu mevzûu şöyle hülâsa ediyor: "Usûlcülerin reyi şu kararda birleşmiştir: Müftî yalnızca müctehid olandır. Kendisi bu dereceye gelmediği halde müctehidin sözlerini bellemiş olan müftî değildir. Böylesinin vazifesi, kendisine sorulduğu zaman, müctehidin sözünü nakil yoluyla zikretmektedir. Böylece anlaşılmış oluyor ki bugün mevcud olanların fetvâları, fetvâ olmayıp -soranın alıp, amel etmesi için- müftînin sözünü nakletmekten ibarettir. Bunun için de iki şey gereklidir:
a) Ya kendisinden müctehide kadar uzanan bir senedi olacak (o sözün, mezkûr müctehide ait olduğu böyle bir râvîler zinciriyle malûmu olacak);
b) Yahut da İmam Muhammed'in kitapları gibi bilinen, elden ele dolaşan bir kitaptan alacak..."143
Netice olarak diyebiliriz ki dört mezhebin âlimleri, fetvâ verme işinin müctehidlere ve nihayet tahrîc ehline ait olduğunda birleşmiş, daha aşağı derecede bulunan fıkıhçıların bizzat fetvâ veremeyeceklerini, ancak zarûret bulunursa, daha önce ehlince verilmiş fetvâları nakledebileceklerini ifade etmişlerdir.

C. İftâ Usûlü
İftâ usûlünden maksad müftinin, fetvâ verdiği metod olduğuna ve bu metod da müftînin ehliyet ve derecesine göre değişeceğine göre bu mevzûu da müftîlerin durumlarına göre ele almak zarûreti vardır.
1. Müctehidlerin gerek sualsiz hüküm çıkarırken ve gerekse soru üzerine ictihad edip cevap verirken kullandıkları usûl, fıkıh usûlü kitaplarının ana mevzûunu teşkil etmektedir. Herhangibir mezhebe ait bir usûl kitabı okununca, o mezhep müctehidlerinin hüküm ve iftâ usûlleri, bu usûlün diğer müctehidlerinkinden farklı olan noktaları tafsilatlı bir şekilde kavranmış olur.
2. Tahric ehline gelince; bunlar da fetvâ verirken aynı usûl kâidelerinden istifâde ederler. Ancak arada önemli bir fark vardır: Müctehidler usûl kâidelerini tatbik ederek Kitâb, Sünnet gibi şer'î kaynaklardan hüküm çıkarırlar. Muharric fakîhler ise bu usûlü kullanarak mezhep müctehidlerinin söylediklerinden hüküm çıkarırlar. Karâfî'nin ifâdesiyle söylemek gerekirse "Muharric müftînin mezhebinin kâideleri karşısındaki durumu, müctehidin şer'î kâideler (deliller) karşısındaki durumu gibidir."144
Tahrîc ehlinden sonra gelen fıkıh bilginlerinin fetvâ verirken kullanacakları usûl ise mezheblere göre farklılık arzetmektedir.
Burada diğer üç mezhebin usûlünü özetledikten sonra Hanefîlerde iftâ usûlünü genişçe arzetmek istiyoruz:

Mâlikîlerde iftâ usûlü:
Mâlikîlerde, tahrîc ehliyetini hâiz olmadığı halde zarûret sebebiyle naklen fetvâ verecek kimselerin riâyet edecekleri usûl hakkında şunlar kaydedilmiştir:
Böyle birisi mezhep ulemâsının ittifak ettiği ve mezhebe ait olduğu kesin olan ve daha öncekilerin tercih ettiği hüküm ile fetvâ verir. Nakledilen rivâyet ve kavillerden145 hangisinin tercih edildiğini bilemiyorsa ne yapacağı hakkında çeşitli görüşler vardır:
a) Görüşlerin en zor ve sert olanını alır; çünkü bu daha ihtiyatlıdır ve bundan nefsin payı azdır.
b) En kolayını alır; çünkü bu İslâm'ın ruhuna ve Resûl'ün (sav) sünnetine daha uygundur.
c) Serbesttir, dilediğini alır; çünkü tercih edileni bilmediğine göre yapacağı başka birşey yoktur.
d) el-Müdevvene'de bulduklarını alır; çünkü Mâlikî fıkhının temel kitabı budur.

Bazı Mâlikîler kitab mevzûunu biraz daha açarak şu tavsiyelere yer vermişlerdir:
a) Öncelikle Mâlik'in el-Muvatta'daki kavli ile fetvâ verilir. Eğer aranan orada bulunamazsa sırayla:
b) el-Müdevvene'deki İmâm Mâlik'in kavli ile;
c) Aynı eserdeki İbn Kasim'in kavli ile;
d) Başka eserlerde bulduğu aynı âlimin kavli ile;
e) el-Müdevvene'de bulunan diğer Mâlikî ulemânın kavli ile;
f) Bunu da bulamaz ise mezheb âlimlerinin kavilleri ile fetvâ verir.146

Hanbelîlerde:
Zarûret halinde, müctehidin fetvâsını nakletme dışında mukallide fetvâ selâhiyeti tanımayan Hanbelîlerin147 iftâ usûlüne İbn Kayyim şu cümlelerle başka bir açıdan yaklaşıyor:
"Müftüye mesele soran bir kimsenin maksadı:
a) Ya Allah ve Resûlü'nün (sav) hükmünü öğrenmektir;
b) Ya müftünün taklîd ettiği imâmın ictihad ve görüşünü öğrenmektir;
c) Yahut da kendisine güvendiği için bizzat müftünün inanç, tercih ve görüşünü bilmektir.
Buna göre müftünün vazîfesi de:
a) Eğer Allah ve Resûlü'nün (sav) hükmü soruluyorsa müftü de bunu kesin olarak biliyorsa onu söylemek, onunla cevap vermektir.
b) İkinci maksatla suâl sorana, bizzat mezheb imâmının ne dediğini biliyorsa cevap verir. O imama mensup olanların yazdıkları kitaplarda görüp öğrendiklerini imama nisbet edip "imamın kavli şudur, budur..." diyemez. Çünkü imamların sözleri ve fetvâları, mensuplarının sözlerine ve ictihadlarına karışmıştır. Mezheb kitaplarındaki her söz imama ait değildir; aksine onların birçoğu imamın sözlerine muhâliftir. Bir kısmı hakkında onlar birşey dememişlerdir. Diğer bir kısmı tahrîc yoluyla ifâde edilmiştir. Bazıları imamın kendi ifâdesiyle bazılarını ise mânâsıyla (meâlen) nakletmişlerdir...148
c) Eğer müsteftînin maksadı üçüncü şık ise müftî, elinden gelen bütün çabasını sarfettikten sonra bizzat tercih ettiğini ve doğruluğuna inandığını söyleyebilir.149


Şâfiîlerde:
Bu mezhebin kitaplarındaki ahkâm üç kısımdan mürekkeptir:
a) Söz ve ictihad mânâsına gelen "kavl"in cem'i olan akvâl; İmâm Şâfiî'ye ait olduğunda rivâyetlerin ittifâk ettiği görüş.
b) "Vech"in cem'i olan "evcüh": Mezhebde müctehid olanların tahrîc yoluyla çıkardıkları.
c) "Tarîk"in cem'i olan "turuk": İmâm Şâfiî'ye veya diğer müctehidlere âidiyeti ihtilâflı olanlar.150
Müftî İmam Şâfiî'nin bir meseleye ait iki kavli ile karşılaşırsa kendisi dilediğini tercih edemez; öncekilerin tercihlerine uyar.
Nevevî'ye göre tercih edileni bilmiyorsa fetvâ veremez.
Eğer mesele vecih ve tarîk nev'inden ve bu da ihtilaflı ise yine öncekilerin tercihine dayanacaktır.

Tercih mevzûunda şu ölçüler sıralanmıştır:
a) Ekseriyetin tercih ettiği alınır.
b) Ekseriyet yoksa daha bilgili ve daha takvâlı olanınki tercih edilir.
d) İki kavli nakleden veya iki vechi ileri sürenlerin şahısları da tercih sebebi olur. Bu cümleden olarak Buveytî, Rabî' ve Muzenî'nin rivâyetleri başkalarına tercih edilir.
e) İmam Şâfiî'nin tercih edilmemiş iki kavlinden birisi bir başka imamın (meselâ Ebû Hanîfe'nin) görüşüne uygun, diğeri ise hepsine muhâlif olursa -en sahih olan görüşe göre- muvâfık olan tercih edilir.151

Hanefîlerde:
Bu mezhebin iftâ usûlünü İbn Âbidîn diye meşhur olan Muhammed Emin merhum (v. 1252/1836) Ukûdü-rasmi'l-müftî ismini verdiği bir manzûmesinde mufassalca ifâde etmiş, ayrıca bir risâlesinde bu manzûmeyi şerhetmiştir.152 Mezkûr manzûmeyi tercüme ederek Hanefî mezhebinde iftâ usûlünü vermiş olacağız:

Ukûdü-rasmi'l-müftî:
Hükümleri va'zeden Allah'ın ismini anarak ve O'na hamdederek manzûmeme başlıyorum.
Sonra da bize hidâyet getiren Peygambere (sav) ebedî olarak salât u selâm olsun.
Onun değerli âile mensuplarına ve ashâbına da zaman ve yıllar devam ettikçe (salât u selâm eylerim).
İmdi günahkâr ve muhtaç kul Muhammed b. Âbidin;
Kerim ve tek olan Rabbinin tevfik vermesini, hüsn-i kabul ile maksatlarında başarıya erdirmesini diler.
Güzelce dizilmiş bir mücevher, gözleri kamaştıran, eşsiz inci gerdanlığı şeklinde (kaleme aldığım bu manzûmeye);
"Ukûdü-rasmi'l-müftî" adını verdim. Amel eden (dinini yaşayan) veya fetvâ veren(ler) ona ihtiyaç duyarlar.
Cömertlik denizinin feyzinden lütûflar dileyerek işte maksada giriyorum:
Bil ki vâcib (gerekli) olan, ehliyetli kimse tarafından tercih edildiği bilinene; Veyâ zâhiru'r-rivâye (mevsuk olarak nakledilmiş kaviller) olup da aksini tercih etmedikleri (kavil ve hükümlere) uymaktır.
Zâhiru'r-rivâye kitapları altı olarak gelmiştir (mevsuk rivâyetleri toplayan ilk Hanefî fıkhı kitapları altı adettir); bunlara aynı zamanda usûl (temel kitaplar) da denir.
Bunları İmam Muhammed Şeybânî yazmış ve içlerinde Ebû Hanîfe mezhebini açık seçik kaydetmiştir.
(Bu kitaplar): el-Câmiu's-sağîr, el-Câmiu'l-kebîr, es-Siyeru'l-kebîr, es-Siyeru's-Sağîr;
Sonra el-Mebsût ile ez-Ziyâdat'tır. Bunlar zaptedilmiş senedlerle ve tevâtüren intikal etmiştir.
Yine onun (İmam Muhammed'in) "Nevâdir" meseleleri vardır. Bunların isnâdı (senedleri) kitaplarda vâzıh ve mevsuk değildir.
Bunlardan sonra "Nevâzil" meseleleri vardır ki bunları mezheb âlimleri, delillere dayanarak çıkarmışlardır.
Mebsût "Asl" ismiyle meşhur olmuştur; bunun da sebebi onun yazılış bakımından altı kitabın ilki olmasıdır.
el-Câmi'u's-sağîr ondan (Mebsût'tan) sonradır; bu sebeple ondakiler -değerlendirmede- Asıl'dan önce gelmektedir.
Yazılış sırası bakımından altı kitabın sonuncusu es-Siyeru'l-Kebîr'dir; bu sebeple de o mûtemettir. (Aksi tercih edilmemiş ise ondakiler öncelikle uygulanır.)
Bu altı kitabı, Hâkimu'ş-Şehîd'in el-Kâfî isimli kitabı toplamıştır ki bu (ihtiyâca) kâfîdir.
Bunun şerhlerinin güneş gibi ve en kuvvetli olanı, Şemsu'l-eimme Serahsî'nin el-Mebsût'udur.
Onun nakillerine güvenilir, ona aykırı olan ile amel edilmez ve o bırakılıp başkasına gidilmez.
Bil ki Ebû Hanîfe'den faydalı olan birçok rivâyetler gelmiştir.
Bunlardan bazılarını bizzat kendisi seçip almıştır; geri kalanları da diğer ilim arkadaşları seçerler.
İlim arkadaşlarının yeminle ifade ettikleri gibi ondan başkasına ait cevap yoktur. (Hanefî mezhebine ait bütün ictihadlar, görüş ve kaviller kaynak olarak Ebû Hanîfe'ye dayanır; talebesinin ictihadları da onun sayılır; muhâlefet ettikleri ise onun rücû ettiği görüşlerdir...)
(Bir konuda) Onun seçtiği (benimsediği) bir söz (kavil, ictihad) bulunamazsa Yakûb'un (Ebû Yûsuf'un) kavli tercih edilir.
Sonra Muhammed gelir -onun kavli de güzeldir- sonra Züfer ve Hasan b. Ziyâd.
(Bir konuda) Eğer iki talebesi (Ebû Yûsuf ve Muhammed) İmam'a muhalefet ederlerse fetvâsında muhayyerlik vardır denildi. (İkisine göre de fetvâ vermek caizdir).
Delili kuvvetli olan ağır basar (tercih edilir) da denildi; bu da -en sahîh anlayışa göre- mezhebde ictihad ehliyeti olan müftî içindir.
Şimdi delil ile tercih (ehliyetine sahip kimse) yoktur; şu halde yukarıda geçen tafsilâtı uygulamak gerekir.
O tafsilâtın (sıralamanın) aksi tashîh edilmedikçe (bu böyledir). Eğer aksi tashîh edilmiş (sahîh olan, seçilen... budur denilmiş) ise böylece vuzûha kavuşan görüşlerini alırız.
Çünkü onların (ulemânın), Ebû Hanîfe'nin bazı talebesinin kavlini de tercih ettikleri ve "sahîh olan... budur" dediklerini görüyoruz.
Bu cümleden olmak üzere onyedi meselede Züfer'in sözünü tercih etmişlerdir.153
Sonra, ilim (ictihad) sahibi âlimlerimizden bir rivâyet yoksa.
Ve sonra gelenler de ihtilâf etmiş iseler ekseriyetin dediği alınır.
(Bu sonrakiler de) Tahâvî, Ebû Hafs el-Kebîr, Ebû Ca'fer, Ebu'l-Leys gibi zevâttır.
Bunların da sözü (tercih ve görüşleri) bulunmayan ve fetvâ vermeye ihtiyaç duyulan yerde...
Müftî olanca gücü ve gayretiyle baksın, düşünsün; tekrar hayata gelinecek günde Allah'ın gazabından da korksun!
Asıl maksad ve arzusunu ziyan etmiş bedbaht kişiden başka hiçbir kimse hükümler (fetvâ) üzerine cesâret edemez (uluorta fetvâ veremez.)
Burada akıl ve iz'an sahibi kişilerce tesbit edilmiş ve makbul tutulmuş bazı kaideler vardır:
Bütün ibâdet bahislerinde İmâm-ı Âzam'ın kavli tercih edilir.
Hurma şerbeti (nebîz) yapan (yanında yalnızca bu şerbet bulunan) bir kimsenin teyemmüm etmesinde olduğu gibi başkalarının alıp benimsediği (yine İmam-ı Â'zam'a ait) bir rivâyet bulunmadıkça (yukardaki kâide cârîdir).154
Kazâ ile ilgili her fer'î hükümde Ebû Yûsuf'un kavli tercih edilir.
Zevi'l-erhâm155 meselelerinde Muhammed'in dediği ile fetvâ verdiler.
Bazı meseleler dışında istihsanları kıyas üzerine tercih ettiler; bu mevzûda karışıklık yoktur.
Rivâyeti zâhir (mevsûk) olan nakledilince ondan başkasına (rivâyeti nâdir olana) gidilmez.
Rivâyet, delilin gerektirdiği hükme uygun gelmişse bundan başkasına sapmak uygun değildir.
Gelip de müslümandan küfrü kaldıran her kavil -zayıf bile olsa- alınmaya daha lâyıktır.156
Müctehidin rücû ettiği (döndüğü) her ictihâd mensûh (hükmü kaldırılmış nass) gibidir; -buna değil- başkasına dayanılır (fetvâ başkasına göre verilir).
Metinlerde kaydedilen her kavil için bu tesbit, zımnen bir tercihdir (Bir kavli metne almak onun tercih edildiğini gösterir).
Bu sebeple metinler şerhlere, şerhler de tercihe şâyân eski fetvâlara tercih edilir.
Başka bir kavil açıkça (lafzen) tashih edilmedikçe (iftâ için tercih edileceği söylenmedikçe) yukardaki kaide cârîdir. Tashih edilmişse, açıkça ifâde edilen, tercihe daha lâyıktır.
el-Hâniyye ve Mülteka'l-ebhur isimli eserde ilk kaydedilen kavlin imtiyazı vardır.
Bu ikisinden başka kitaplarda delilini sona bıraktıkları kavle itimad olunur; çünkü bu kavil üzerinde durulmuş, işlenmiştir.
Hidâye ve benzerlerinde durum böyledir; bu itimâdın sebebi delîlin ağır basmasındandır.
Görüşlerden birini ta'lîl ettikleri ve diğerinin illetini zikretmedikleri zaman da durum böyledir (illeti zikredilen tercih edilir).
Birisi tashih edilmiş iki kavil bulduğun yerde bu (tashih edilen) mûtemettir; fetvâya dayanak odur.
(Bu tashih de) el-Fetvâ aleyhi, el-Eşbeh, el-Azhar, el-Muhtâr, el-Evceh...
Yahut es-Sahih gibi ifâdelerdir. el-Assahh, ifâdesi "sahih"ten daha kuvvetlidir. "Aksi (sahih) daha güçlüdür" de denildi.
Bihî yüftâ, aleyhi'l-fetvâ da böyledir (tashih ifâdeleri içinde yer alırlar) ve bu ikisi öbürlerinin hepsinden daha kuvvetlidir.
Her iki sözün de (kavil, ictihad) tashih edildiğini görürsen dilediğini seç al, zirâ her biri mûtemeddir (güvenilebilir).
Ancak "sahih" ve "asahh" olursa; yahut "fetvâ buna göre verilir" (yüftâ bih) kaydı bulunursa ağır basar.
Yahut metinde bulunursa, veyâ İmam-ı A'zam'ın kavli olursa veya zâhir yoldan rivâyet edilmiş bulunursa, veya büyük fakîhlerin çoğu onunla fetvâ vermiş iseler;
Yahut istihsan (yoluyla çıkarılmış) olursa veya vakıflar için açık bir fayda getirirse;
Yahut bu (iki görüşten birisi) zamana daha uygun olursa veya bu, delîlde daha açık (delîli açık ve kuvvetli) olursa;
Bütün bunlar, (iki) tashîh karşılaştığı veya hakkında bir açıklama bulunmadığı zaman (gözönüne alınır) da;
Öğrendiğin tercih sebeplerinden birine sahip olanı alırsın; artık bu açıklığa kavuşmuştur.
Gelen (nakledilen) rivâyetlerin mefhumu ile -sabit olan açık ifadelere aykırı olmadıkça- amel et.157
Dinde (İslâm hukukunda) örfün yeri ve değeri vardır. Bu sebeple bazen hüküm ona göre yürütülür.158
Zayıf (kavil) ile amel caiz değildir. Gelip sual sorana bununla cevap (fetvâ) verilemez.
Ancak bizzat amel için zarûrete düşmüş bulunan kimse veya şöhret derecesinde bilgisi olan kimse müstesnâdır; (bunlar zayıf ile amel ederler).
Fakat hâkim (kadı) bununla hükmetmez; eğer ederse hükmü geçerli olmaz.
Bilhassa bizim kadılarımız; zira bunlar kadı tayin olunurlarken Hanefî mezhebindeki kuvvetli kavil ile hükmetmek kaydıyla bağlanmışlardır.
(Âdetâ inci gibi) ipe dizdiğim (manzûme) burada tamam oldu. Allah'a hamdolsun (elhamdülillah sözü) en güzel sondur.

Netîce:
Dört mezhebin iftâ usûlü gözden geçirilince, tafsîlât bir yana bırakılırsa şu noktalarda hassâsiyet gösterildiği anlaşılmaktadır:
1. Müftî ictihad veya tahric ehliyetini taşıyan, bu derecede ilim sâhibi olan kimsedir; bunlar bulunduğu müddetçe başkasının fetvâ vermesi câiz değildir.
2. Âlimin iftâya ehil olması için değilse de fetvâsına güvenebilmek için âdil (iyi ahlâk sahibi) olması gereklidir.
3. İctihad veya tahrîc selâhiyetli âlim bulunamaz ise mukallidlerin bizzat fevtâ vermeleri câiz olmamakla beraber, gerçek müftîlerin fetvâlarını nakletmeleri câizdir.
4. Fetvâyı naklederken şu hususlara dikkat etmek lâzımdır:
a) Nakle esas olan kitabın mevsuk, meşhur ve anlaşılır olması gerekir.
b) Kitabda bulunan ictihad ve görüşlerin mezheb imâmına ait olanları ile mezhepte müctehid ve muharriclere ait olanı titizlikle birbirinden ayrılmalı ve birinin dediği diğerine mâledilmemelidir.
c) Aynı meseleye ait birden fazla birbirine muhâlif ictihad var ise ehli olan bunlardan birini, tercih kâidelerine göre tercih etmeli, tercih selâhiyeti olmayanlar, daha öncekilerin tercihlerine dayanmalıdır.

D. İftâ ve Mezheb:
Buraya kadar iftâ, selâhiyet ve usûlünü tek mezhebe göre arzetmeye çalıştık. Müftîyi muayyen bir mezhebin müftîsi olarak düşündük ve o mezhebden fetvâ verecek olan müftînin hangi usûle riâyet edeceğini araştırdık. Fıkıh usûlü kitaplarının "ictihad-taklîd" bahisleri ile bazı risâlelerde ve fürû' kitaplarının ilgili bölümlerinde159 tartışılan ve mevzûmuzla yakından ilgili bulunan bir mesele vardır: "Kendisine fetvâ sorulan âlim fetvâyı kendi mezhebinden veyâ fetvâ soranın mezhebinden vermeye mecbur mudur? Başka bir mezhebin hükmünü tercih veya nakledebilir mi?"
İşte yukarıya koyduğumuz başlık altında ulemânın bu mevzûdaki mütâlaa ve görüşlerini nakletmek istiyoruz.
Müftî ya mezhebler arasında tercih selâhiyetini hâizdir; yahut da böyle bir ehliyeti yoktur.
1. Mezhepler arasında tercih yapmaktan maksadımız bir mesele etrafında, belli başlı mezheplerin hüküm ve delillerini, bunların mesned, usûl ve prensiplerini inceleyerek birini tercih etmek, bunu benimsemek, bununla fetvâ vermektir. Bu bir nevî ictihaddır. Nisbeten eskilerden Şah Veliyyullah, Şevkânî, Sıddık Hasan Han, San'ânî, Lüknevî gibi âlimler ile yenilerden M. Ahmed Zerkâ, Ebû Zehra, Sibâî, M. Yûsuf Mûsâ, Abdülkerîm Zeydân, Abdulkadir Udeh, Mahmud Şeltût, Sâyis gibi âlimler ve İslâm dünyasında, hukuk fakültelerinde İslâm hukuku okutan hocaların çoğu bu yolu takip etmektedirler.
2. Müftî böyle bir tercih yapacak ehliyette değil ise nakil yoluyla fetvâ verecek demektir. İşte bu nakli, daima tek mezhebden yapıp yapmama mevzûu ilgili eserlerde tartışılmıştır. Bir teblîğden anladığımıza göre bu tartışma "intikâl" ve "telfik" başlıkları altında hicrî yedinci asırdan itibâren başlamıştır.160
Bu münâkaşaya katılan âlimleri dört grupta toplamak, fikir ve görüşlerini dört grupta özetlemek mümkündür:

Birinci grup:
Mukallidin bir tek mezhebe bağlanması, gerek küll halinde ve gerekse bazı meselelerde ondan ayrılmaması farzdır. Ayrılan, bir başka mezhebe geçen günah işlemiş olur, cezalandırılması (ta'zir) gerekir.
Bu görüşte olanların ileri sürdükleri delliler:
a) Bir mezhebe giren hak olduğuna inanmıştır; başkası ile amel eder, fetvâ verirse inancına aykırı hareket etmiş olur.
b) Bu davranış dini oyuncak haline getirmek (telâub) olur.161

İkinci grup:
Bir mezhebden diğerine intikal küll halinde olursa câizdir. Fakat bir mezhebe bağlı olan kimsenin bazı meselelerde başka mezhebe intikali câiz değildir.
Kanâatimize göre bu grup, telâubdan ve telfîkten kaçmak için böyle bir görüşü benimsemiş, meselelerde intikâli caiz görmemişlerdir.162

Üçüncü grup:
Birkaç âlim dışında dört mezheb ulemâsının büyük çoğunluğunun dahil bulunduğu bu gruba göre mukallid, bir mezhebe bağlanmış bulunsun, bulunmasın, dilediği müctehidi (mezhebi) taklîd edebilir; ihtiyaç duyduğundan, daha önce görüşünü uyguladığı mezhebin değil de bir başka mezhebin kavlini alır, bununla amel eder ve bunu sorana nakledebilir. Ancak bunun bazı şartları vardır... Bu grubun esasta birleşip, şartlarında ayrıldıkları görüşlerini, şartlarını, delillerini ve karşı gruba verdikleri cevapları iki âlimden nakledelim:
1. Şah Veliyullah Dıhlevî, Ikdu'l-cîd isimli eserinde şöyle diyor:
"Mezhebin derin (mütebahhir) âlimi, kendi mezhebine aykırı bir meselede başka bir imamı (müctehidi) taklid etmek isterse bu caiz midir? Bu mevzûda farklı görüşler (ihtilaf) vardır:
Gazzâlî ve küçük bir grup âlim bunu câiz görmemişlerdir. Fakat cumhura (ulemâ ekseriyetine) göre bu görüş zayıftır. Çünkü bunların dayandığı delil şudur: "İnsana gerekli olan, delile göre hareket etmektir. Delilleri bilemediği için bunu yapamayınca, imamının üstünlüğüne olan itikadını delil yerine koyarız. Binâenaleyh şer'î delile nasıl muhâlif davranamazsa, mezhebinden çıkması da öyle câiz olmaz..."
Bu delil ve iddiâ şöyle reddedilmiştir:
Taklidin sahih olması için imamın mutlak üstünlüğüne, mukallidin itikad etmesinin şart olmadığında ittifak vardır. Çünkü sahâbe ve tâbiûn, bu ümmetin en fazîletlisinin Ebû Bekir (ra) sonra da Ömer (ra) olduğuna itikad ediyorlardı. Buna rağmen, birçok meselede onların reylerine muhâlif olarak başkalarını taklid ediyorlardı. Buna hiçbir kimse itiraz etmemiş ve böylece icmâ meydana gelmiştir. Muhâlefet edilen meselede kendi imamının sözünün en üstün olduğu meselesini ise sırf mukallid zaten bilemez. Bilemeyince bunun da taklidin şartı olması caiz olamaz. Eğer şart olsaydı hemen bütün mukallidlerin taklidlerinin sahih olmaması gerekirdi. Şart olduğu kabul edilse bile, bizim mevzûumuzda bu, muhâliflerin aleyhine olur. Çünkü çok defa âlim mukallid kendi mezhebine aykırı bir hadîse muttâli oluyor veya mezhebine muhâlif daha kuvvetli bir kıyas buluyor da o meselede diğer mezhebin daha üstün olduğuna itikad ediyor.
Ulemânın ekseriyeti bahis mevzûu ettiğimizi muhâlefetin163 caiz olduğu kanaatindedir. Âmidî, İbn Hümâm, Nevevî, bunun tâbîlerinden İbn Hacer ve Remlî, Mâlikî ve Hanbelîlerden isimlerini saymak uzun sürecek büyük bir grup bunlar arasındadır. Müteahhirûndan dört mezhebin de müftîlerin arasında bu mevzûda ittifak meydana gelmiş, daha öncekilerin sözlerinden bu neticeyi çıkarmışlardır. Aralarında bu mevzûuda müstakil risâleleri olanları da vardır. Yalnız caiz olmasının şartında farklı görüşler olmuştur.
1. Taklid ettiği bir hususta rücû edemez diyenler vardır. İbn Hümâm bu ifadeyi şöyle açıklıyor: "Amel ettiği bir husûsta..." Şârihler de bu cümleyi açıklama mevzûunda ihtilâf etmişlerdir.
a) Muayyen bir amelde, meselâ daha önceki mezhebine göre kıldığı namazları kaza etmek gibi164... en iyi açıklama budur, incelenirse anlaşılır ki bundan başkası uygun değildir.
b) Muayyen bir cins (nevi) işte... Bu şöyle reddedilmiştir: Bunda ittifak yoktur. Çünkü seleften nakledilen odur ki onlar işlemekte oldukları bir cins ameli, bilâhare ilk mezhebe aykırı olarak da işliyorlardı.
2. Ruhsatları, yani kendisine kolay gelen amel şekillerini arayıp bularak taklîd etmesi caiz değildir, diyenler olmuştur. Bu da şu delille reddediliyor: Peygamber (sav) Efendimiz muhayyer bırakıldığında iki işin en kolay olanını seçerdi; yeter ki bu günah bir iş olmasın.165
3. Delilin takviye etmediği, bilakis sağlam delile aykırı olduğu bilinen rey taklîd edilmez de denmiştir. Meselâ mut'a nikâhı ve sarf böyledir. İşte bu da yerinde bir görüştür...
4. Her iki (veya daha fazla) mezheb imamına göre de sahih olmayan bir amel şekli ortaya çıkacak şekilde telfîk166 yapılmaz diyenler de olmuştur. Bunu, "Bir meselede her iki imama göre de sahih olmayacak şekilde telfik yapılmaz" diye ifade edenler de olmuştur. Bunun misali: Sıra gözetmeden abdest almak, sonra da bir yerinden akıcı kan çıkmak (ve bu durumda namaz kılmaktır).
İkinci ifadeye göre bu şekilde telfîk, iki ayrı meselede yapılırsa caizdir. Meselâ elbisesini Şâfiî mezhebine göre temizlemek, namazını da Hanefî mezhebine göre kılmak gibi...167
Bu görüşler de söz götürür. Çünkü, telfîk ile meydana getirilen amelin heyet-i mecmûası ittifak edilen şekli aşmayacak denilmek isteniyorsa, bu, iki meselede olunca da meydana gelir. Eğer yalnız o mesele ittifak hududundan çıkmamalıdır deniyorsa; bunun için de yalnız, ictihadın caiz olduğu sahada meydana gelmiş bir kanaat ve mezheb olmasını şart koşmak yeter. (Yani hakkında icmâ bulunmayan bir meselede ictihad ve taklîd yoluyla telfik yapılabilir).
5. Bazıları da şöyle der: "Telfîk ile vardığı hükme hâkim de varsa bozulabilecek -bir hüküm- cinsinden olmayacak." Bu rey yerindedir. Eğer telfîkte, meşhur ve makbul dört mezhebden her biri taklid edilmişse bu mahzurdan kurtulunmuş olur (Çünkü bu mezheblerde kesin olarak nasslara aykırı olduğu için nakzı gereken hüküm yoktur).
6. Kendi imamından başkasını taklid ettiği mevzûda vicdanı müsterîh ise... diyenler de olmuştur. Bu ancak "mezhebde mütebahhir" âlim için düşünülebilir.
7. Şöyle diyenler de var: "Eğer ekseriyete ve meşhur olan reye tâbî oluyorsa (o meselede) imamının mezhebini terketmesi iyidir. Fakat bunun aksini yapıyorsa iyi değildir.

Buraya kadar bu mevzûda yazanların kitaplardakilerini özetleyerek aldık.
Ben de caiz olması için şu şartı tercih ediyorum: Hâkimin hükmü bozulabilecek bir hükme varılmış olmasın. Bu, ister her biri ayrı iken sahih (fakat telfik halinde gayr-i sahih) iki hükmün birleşmesiyle olsun, ister başka şekilde olsun. Hazır şahitler huzurunda veya bilâhare ilan şartlarına uyulmadan yapılan nikâh birinciye örnektir.
Şu sebeplerden biri veya birkaçıyla vicdanın meyli ve müsterih olmasını şart koşmak da tercîhe dahildir: Delilin kuvvet ve durumu, seleften birçok kimsenin amel etmiş olması, ihtiyata daha uygun bulunması, onsuz itâat ve ibâdet mümkün olmayacak şekilde zarûrî bir durumda bulunmak; nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Size bir şeyi emrettiğimde onun, gücünüzün yettiği kadarını yapın."168
İşte bunlar gibi dinde muteber olan bazı sebeplerle telfike gidilir. Fakat sırf nefsin arzusuna veya sırf dünya menfaatine uyularak gidilmez.169
İbn Hümâm, Tahrîr isimli eserinde aynı mevzûu şöyle hülâsa ediyor:170
(Mukallid, taklid ve amel ettiği bir hükümden dönemez.) Bir amel işlenince bitmiştir, dönüp onu yeni baştan başka bir mezhebe göre işlemek olamaz. (Bunda ittifak vardır) İbn Hâcîb ve Âmidî bu mevzûda icma var demişlerse de Zerkeşî delil göstererek icmâ bulunmadığını ifade etmiştir. (Başka birinde başka birini taklid edebilir mi?) Yani başka bir zamanda aynı mesele tekerrür etse veya başka bir mesele ile karşılaşsa başka bir mezhebi taklid edebilir mi? (Bu sualin cevabında muhtar olan, tercih edilen: "Evet, edebilir" ifadesidir. Çünkü sahabe devrinden beri müslümanlar, yalnız bir müctehide bağlanmadan, bir defa birini, başka defa diğerini taklid ederlerdi, bu husus kesin olarak bilinmektedir). Bu cevap, belli bir mezhebe bağlı olmadığına göredir. (Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi belli bir mezhebe bağlı bulunursa...) bu takdirde istimrâr; yani daima o mezhebe göre amel etmesi gerekli midir? (Gereklidir diyenler oldu, değildir diyenler oldu) Daha sahih olanı "değildir" diyenlerin görüşüdür; yani başka mezhebin kavlini alabilir. (Bizim kuvvetli kanaatimiz, zann-ı gâlibimiz de budur; çünkü diğer görüşü gerektiren şer'î bir delil ve mûcib yoktur). Çünkü mukallide farz olan âlimlere tâbî olmaktır; "Bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz" âyeti bunu ifade etmektedir. Müctehidlerden birine (tek mezhebe) devamlı bağlanmak şer'an gerekli değildir.171
Karşı grubun delilleri arasında bulunan telâub (işi oyuncak haline getirmek, hafife almak) iddiasına bu grup şu cevabı veriyor: Bu, maksada ve karînelere bağlıdır. İyi maksadla ve ihtiyacı bulunduğu için başka bir mezhebin kavli ile amel edene "sen oynuyorsun" denemez...172

Dördüncü grup:
Üçüncü grubun şartlarından birisi de "ictihadları alınan müctehidlerin her birine göre sahih olmayan bir amelin ortaya çıkmaması" idi. İşte bu şartı da kabul etmeyen ve buna rağmen intikali kabul edenleri biz dördüncü bir grup olarak kabul ediyoruz.
Önce yukarıdaki şartı biraz açıklamamız gerekiyor:
Bir mezhebe bağlı olan mukallid, abdest ile alâkalı bir meselede İmam Şâfiî'yi, oruç ile ilgili bir meselede İmam Mâlik'i taklîd etse, bu imamların ictihadlarıyla amel etse intikal etmiş, o meselede bir başka mezhebe geçmiş sayılır. Bunun caiz olup olmadığı hakkındaki görüşleri yukarıda (üçüncü grupta) inceledik ve cumhûra göre caiz olduğunu gördük.
Bir mukallid, aynı abdestte, iki müctehidin ictihadını birleştirse "telfîk" yapmış olur. İşte bu telfîkın caiz olabilmesi için işlediği amelin (bizim misâlimizde abdestin), taklid ettiği müctehidlerden en az birine göre sahih olmasını, sıhhat şartlarını taşımasını şart koşanlar vardır. Meselâ mukallid bir abdestte İmam Şâfiî'yi taklid ederek abdest uzuvlarını ovmasa, İmam Mâlik'i taklid ederek de bir kadına dokunsa telfîk yapmış olur. Bu abdest İmam Mâlik'e göre uzuvlar ovulmadığı için sahih değildir; İmam Şâfiî'ye göre de kadına dokunduğu (lems) için bozulmuştur.
İşte bu durumda telfîk câiz değildir, muleffak amel bi'l-icmâ bâtıldır173 diyenlere karşı dördüncü grup şöyle diyor: Bir amelin (meselâ abdestin) rükün ve şartları üzerinde müctehidlerin ihtilâfı; yâni farklı ictihadları varsa bütün şartlarda, yalnız birinin ictihadına tâbî olunacağına dair bir şer'î delil yoktur. Madem ki mesele ictihâdîdir, her cüzde ve şartta başka başka müctehidleri taklîd de caiz olur.
Hanefîlerden Kadı Necmüddin Tarasûsî (v. 758/1357), Şeyhülislâm Ebussuûd (v. 983/1575), Zeynuddin b. Nuceym (v. 970/1562), İbn Emîripâdişah (v. 972/1564), Muhammed b. Abdulazîm el-Mekkî;
Mâlikîlerden Emîru'l-Kebîr (v. 1232/1817), Muhammed b. Ahmed Düssûkî (v. 1230/1815);
Muhakkık âlimlerden Şah Veliyullah (v. 1176/1762), Senhûrî, Elmalılı Hamdi Yazır, A. Hamdi Akseki gibi birçok âlim bu grup içinde yer almaktadır.
Yine Hanefîlerden İbn Hümâm'ın Tahrîr'deki ifâdeleri onun da bu grupta yer aldığını göstermektedir. Çünkü kendisi kayıtsız, şartsız, intikalin câiz olduğunu kaydettikten sonra "bir müteahhir bunu şöylece kayıtlamıştır" diyerek, Mâlikî mezhebinden Karafî'ye atfen telfîkın yukarıdaki şekline temas edip geçmiştir.174
Tahrîr'in şerhinde M. Emîn İbn Emîripâdişâh bu nevî telfikın cevazını münâkaşa etmiştir. Bu münâkâşayı özetleyerek mevzûyu noktalayalım:
Şârih, yukarıda verdiğimiz abdest örneğinin, iki imama göre de sahih olmadığı görüşünü naklettikten sonra bir münâkaşa açarak bu görüşü reddediyor ve telfîki şu üsûl içinde müdâfaa ediyor:
-Zikredilen şekilde abdestin iki imama göre de (bi'l-icmâ) bâtıl olduğu kabul edilemez. Çünkü meselâ nikâh örneğinde İmam Mâlik: "Mehrin bulunmaması mevzûunda Şâfiî'yi taklîd edenin nikâhı bâtıldır"; kezâ Şâfiî de: "Şahidlerin bulunmamasında Mâlik'i taklîd edenin nikâhı bâtıldır" dememişlerdir.175
-"Onların bâtıl değildir demeleri, imamlardan birini taklîd edip, amelin diğer şartlarında da aynı imama riâyet eden kimse içindir. Bizim üzerinde durduğumuz, iki imamı taklîd edip, her birine bir hususta muhâlefet eden kimsenin durumudur. Ona bâtıl değildir demeleri, buna da demelerini gerektirmez" denirse böyle bir itiraza şu cevap verilir:
-Bu ikisi arasındaki fark şundan ibârettir: Telfîk şeklinde bir imam, amelin sıhhati için ileri sürdüğü şartların tümünün değil de bir kısmının bulunduğunu görüyor. Bu farkın, "bâtıldır" hükmünü gerektirmesini kabul edemeyiz. Nasıl kabul edelim ki bazı şartlara muhâlefet, bütün şartlarda muhâlefete nisbetle daha hafiftir. Ona (tam muhâlefete) sahih diyen imamın; buna (kısmî muhâlefete) evleviyetle sahih demesi gerekir. Kim daha başka bir farkın veya butlân delilinin varlığını iddiâ ediyorsa getirsin görelim.
Eğer dersen ki:
-Bazı şartlarda muhâlefet etmenin, bütün şartlarda muhâlefete nisbetle daha hafif olduğunu kabul edemeyiz; çünkü bütün şartlarda bir müctehide muhâlefet eden, başka bir müctehide (sıhhat şartlarının tümünde) uyuyor. Halbuki diğerinde tek müctehide tâbî olmuyor.
Ben de şöyle derim:
-Bu itirazın senin yönünde tamam ve geçerli olabilmesi, "şartları olan bir amelin sahih olabilmesi için, mukallidin bütün sıhhat şartlarında tek müctehide tâbî olması gerektiği" hakkında Kitâb'dan, Sünnet'ten veya kuvvetli kıyas nev'inden bir delilin bulunmasına bağlıdır. Haklı isen delilini getir görelim..."176

Netice:
Ehl-i sünnet âlimlerinin, tek mezhebe bağlanmanın gereği intikal ve telfîkın cevazı konusunda ihtilaf ettiklerini, tek mezhebi taklîd mevzûunun dördüncü asırdan, telfîkın da yedinci asırdan itibaren münakaşa edilegeldiğini, ortaya dört grubun çıktığını, ihtiyaç bulunduğu zaman iyi niyetli müslümanların diğer mezheblerden de istifade etmesinin caiz olduğu hususunda ittifaka yakın bir görüş birliğinin mevcut bulunduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz.177 Durum böyle olunca nâkil müftîlerin de gerektiği zaman bu cevazdan faydalanabilecekleri anlaşılmaktadır.

E. İftâ ve İstiftâ Adâbı Üzerine:
Burada iftâ üzerine, bir kısmı âdab, bir kısmı da usûl ve prensip kabilinden olup nakletmeden geçemediğimiz bazı parçalar vereceğiz. Karâfî'nin el-İhkâm fî Temyîzi'l-fetâvâ ani'l-ahkâm, Şâtıbî'nin el-Muvâfekat, İbn Kayyim'in İ'lâmu'l-muvakkîn ve bir hey'etin Fetâvây-ı Hindiyye isimli eserlerinden nakledeceğimiz bu değerli parçaları kısmen olduğu gibi tercüme ederek, kısmen de özetleyerek vereceğiz. Aynen verdiğimiz kısımları tırnak içine alarak belli edeceğiz.
Karâfî'nin (v. 864/1285) el-İhkâm fî temyîzi'l-fetâvâ ani'l-ahkâm isimli eserinden (Haleb, 1967):
Soruya göre cevap:
Fetvâyı gerektiren sorunun dört durumu vardır:
1. Taklîd edilen kimse gözönüne alınmaksızın gerçekte, meselâ abdestte başı meshetmenin mükelleflere farz olup olmadığı sorulur.
2. Meshin farz olduğu hükmüne varan müctehidi taklid eden kimse hakkında meshin hükmü sorulur.
3. Vâcib (farz) diyene muhâlefet edeni taklîd eden kimse hakkında meshin hükmü sorulur.
4. Henüz meseleyi düşünmemiş olan müctehid hakkında meshin hükmü sorulur.
a) Soru birinci şekilde sorulmuş ise fetvâyı veren müctehid veya onun mukallidi, benimsediği hükmü söyler; çünkü onun ictihadı, bütün asırlarda ve bölgelerde aynı hükmün carî olacağı merkezindedir.
b) Farz olduğu hükmüne varan bir müctehidi taklîd eden bir mükellefe göre meshin hükmü sorulunca şüphesiz "farzdır" diye fetvâ verilir. Çünkü müctehid bu hükmü, tercih ettiği delillere dayanarak çıkarmış, bunun doğru olduğuna inanmış, mukallid de bu müctehide bağlanmıştır.
c) Meselâ "meshin farz olmadığını söyleyen Şâfiî'yi taklid eden bir mükellef" hakkında meshin hükmü sorulursa "farz olmadığı" fetvasını veririz. Çünkü ümmetin icmâ ve ittifâkına göre bir müctehid, ictihad ederek bir hükme varınca, gerek onun ve gerekse onu taklîd edenlerin hakkında Allah'ın hükmü de bundan ibarettir...
Bunun benzeri, kıble tayini hususunda ictihad eden ve herbiri diğerinden farklı bir yönü kıble zannederek yönelen on kişi ile kıbleyi bulma hakkında bilgileri olmadığı için bunların herbirine uyan avâm (halk) gruplarıdır. İmdi kıble bulma bilgisine sahip olup bu mevzûda zan ve kanaatleri farklı olan ve farklı cihetlere yönelen bu on âlimden herbiri diğerlerine: "Kendi zan ve kanaatime göre Kâbe'nin bulunduğu tarafa dönüp namaz kılmam bana haram mıdır?" diye sorsa, onlardan alacağı cevap (fetvâ) şudur: "Sana ve tâbîlerine, Kâbe'nin hizasına geldiği kanaatine vardığın cihete yönelerek namaz kılmanız farzdır; haram değildir. Ancak her birimize ve bizlere uyanlara, o cihete yönelerek namaz kılmak haramdır; çünkü biz inanıyoruz ki Kâbe o yönde değildir.
Böylece on âlim, herbiri hakkında Allah'ın hükmünün, ictihadlarıyla vardıkları hükümlerden ibaret olduğu hususunda icmâ etmiş oluyorlar.
İşte şer'î hükümler de böyledir. Meselâ velisiz kadının evlenmesi, bazı yırtıcı hayvanlar bir cemâate haram, diğerine helâl olur; tıpkı Allah Teâlâ'nın murdar ölmüş hayvanı darda kalana helâl, bollukta olana haram kılması gibi. Burada darlık ve bolluk içinde olmaya nasıl iki farklı hüküm gelmiş ise, orada da müctehidlerin zan ve kanâat farkları, farklı ilâhî hükümlere sebep teşkil etmiştir.
Buna göre Şâfiîlere "başın tamamını meshetmek farz mıdır?" diye sorulsa "hayır" diye fetvâ veririz; yâni kendi mezhebimize muhallif olan bu görüşler ile -suâle göre- fetvâ veririz.
Ancak muhalif mezhebin hükmünde, icmâ'a, kavâide (temel kâidelere), nasslara ve celî kıyasa aykırı gittiğini ve bu son üçüne tercih edeceği bir delil olmadığı halde böyle yaptığını görürsek bu nevi hüküm ile fetvâ vermeyiz...
d) Şâfiî ve benzerleri gibi bir müctehid hakkında meshin hükmü sorulursa ona "ne farzdır, ne de değildir" deriz. Ona diyeceğimiz şudur: Sana farz olan usûlüne göre delillere bakarak ictihad etmen ve vardığın hükme uymandır; bu hüküm yukarıda geçen dört şeye aykırı bile olsa -buna muttalî oluncaya kadar- yine ictihadına uyarsın...178

Örf, âdet ve fetvâ:
Müftîye, memleketini bilmediği birisi gelip fetvâ sorunca müftü kendi bulunduğu yerde verdiği gibi fetvâ vermemeli ve müsteftiye "memleketini, kullandığı kelimelerin o memleket örfünde ne mânâya geldiğini, örfler arasındaki farkı" sormalıdır.
Bu husûs tabiî ve gereklidir; âlimlerin ittifâkı ile sâbittir. İki âdet iki memlekette farklı ise buna bağlı hükümler de farklıdır...179

Müftîye yaraşan:
"Müftîye yaraşan şer'i şerife uygun güzel bir kıyâfet ve şekil içinde olmasıdır; çünkü halkın tabîatinde dış görünüşe saygı ve ta'zim vardır; müftî halkın gözünde büyümezse onu rehber kabul etmeye ve sözünü dinlemeye yönelmezler."
"Müftî güzel ahlâk ve iyi niyet sahibi olmalıdır; kalbinde iyi niyet besleyen kimsenin Allah dışını da onunla bezer. Müftî bütün bunlarda, hakkı yerine getirmeye ve halkı doğru yola çağırmaya vesile kılma maksadını taşımalıdır. Böylece bunlar büyük ibâdetler yerine geçer..."
"Korkulan, sayılan, iktidar sahibi kişilere karşı gerçeği apaçık söylemeli, Allah için yapacağı işte kimsenin kınamasından korkmamalıdır."
"Hakkı yerine getirirken nâzik ve yumuşak davranmalıdır; mümkün ise bu daha iyidir. Çünkü Peygamberimiz (sav) 'iyiliği emreden kimsenin bu işi de iyi bir şekilde olmalıdır' buyuruyor. (Beyhakî) Allah Teâlâ da Mûsâ ve Hârûn'a hitâben: 'Ona (Firâvun'a) yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar' buyuruyor.180 Prensip bu olmakla beraber bazı durumlarda yumuşaklık, hakkı zayıflatıyor ve zâyî ediyorsa katı davranmak ve sert reaksiyon göstermek gerekli olur. Hâsılı, müftî her hâdisede münâsip düşen şekilde doğrunun revaç bulmasına en uygun olan yolu takip etmelidir."
"Müftînin tamahı az, dinî hayatında titizliği ve takvâsı çok olmalıdır. Dünyalığı alabildiğine çoğaltan, dünyalılar ve dünyalığı gözünde büyüten kurtuluşa eremez."
"Fetvâ verdiği her iyi işe kendinden başlamalıdır; halkın, fiili ve sözüyle doğru yolu bulmasının temeli budur. Allah Teâlâ '...kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz?' buyuruyor.181 Müftî Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursa Allah onun sözüne bereket verir ve dinleyenlerin kabul etmesini kolaylaştırır."182

(Yazının devamını okumak için buraya tıklayınız)



130. Tâha: 20/114.
131. Nahl: 16/43.
132. Taşköprîzâde, Tabakâtu'l-fukahâ; el-Mavsıl, 1961, Giriş bölümü: İbn Kemâl, Tabakâtu'l-fukahâ ve'l-müctehidîn, (kütüphanemizdeki yazma nüsha, Giriş bölümü); İbn Âbidin, Ukudu rasmi'l-müftî, mecmûa içinde, İst. 1325, c. I, s. 11-13.
133. el-Kenz'in müellifi Ebu'l-Berâkât Abdullah b. Ahmed en-Nesefî (v. 710/1310), el-Muhtâr'ın müellifi Abdullah b. Mahmûd el-Mavsilî (v. 683/1284), el-Vikâye'nin müellifi Mahmud b. Ahmed (Sadruşerîa'nin anadan dedesi), el-Mecma'ın müellifi Ahmed b. Alî İbnu's-Sââtî, v. 694/1295.
134. Geniş bilgi için bkz. Kevserî, Hüsnü'l-tekâdî, s. 83-95; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, s. 49 vd.; Luknevî, en-Nâfi'u'l-kebîr, Hind tab'ı, mukaddime vd.
135. Nevevî, el-Mecmû', Mukaddime; Ebû Zehrâ, eş-Şâfi'î, s. 362 vd.
136. Bu teblîğ, Ezher'e bağlı, İslâm Araştırmaları Enstitüsü'nün 1964'te tertiplediği ilk kongrede sunulmuş, 1964'te Kahire'de neşredilmiştir. Tebliğ sahibi o tarihte Zeytûne Fakültesi Dekanı ve Tunus Müftüsü'dür.
137. Ebû Hanîfe, Mâlik, Evzâî ve Leys'in muâsırıdır. Şâfiî, Mâlik ve Leys ile aynı zamanı yaşamıştır.
138. el-Furûk, 78. fark.
139. Şâtibî, el-Muvâfakât, Mısır, D. Dıraz neşri, c. IV, s. 98 vd.
140. Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, Kahire 1947, s. 366-371.
141. Age., s. 42-44.
142. İbn Emîri pâdişâh, Teysîru't-tahrîr, Mısır, 1351, c. IV, s. 248.
143. Fethu'l-kadîr, Kitâbu'l-kazâ; c. V, s. 457 vd.; Emîrupâdişâh, age., c. IV, s. 251.
144. el-İhkâm, nşr. Ebû Gudde, s. 260; Tahric hakkında geniş bilgi için bkz. M. Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, çev. O. Keskioğlu, Diyanet neşri, s. 401 vd.; Şah Veliyyullah, Hüccetullâhi'l-bâliğa, S. Sâbık neşri, c. I, s. 320 vd.
145. Rivâyet İmam Mâlik'e, akvâl ise tâbîlerine ve mezheb müctehidlerine nisbet edilen ictihadlardır.
146. Ebû Zehra, Mâlik, s. 457-458.
147. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkîn, Mısır, 1955, c. IV, s. 195 vd.
148. Hanbelî fıkıh kitaplarında "rivâyet"ten maksad İbn Hanbel'in açık ifâdesi, "Tenbîh"ten maksat dolaylı ifâdesi, "vech"ten maksat ise tahrîc ehlinin sözleridir. Bkz. Ebû Zehra, İbn Hanbel, s. 372 vd.
149. İ'lâm, c. IV, s. 176.
150. Nevevî, el-Mecmû', c. I, s. 65.
151. Nevevî, age., Mukaddime; Ebû Zehra, Şâfiî, s. 368.
152. Mecmû'atü'r-resâil, İst. 1325, c. I, s. 9-54.
153. İbn Âbidin, Reddu'l-muhtâr'ın nafaka bölümünde bu meseleleri bir manzûmede toplamıştır.
154. İmam-ı Â'zam'dan bir ibâdet meselesinde iki rivâyet bulunsa, bunlardan birisini kendisi, diğerini başkası tercih etse bu ikincisi de alınabilir; teyemmüm meselesi buna örnektir. İmam-ı Â'zam'a göre hurma nebîzi ile abdest alınır. Ebû Yûsuf'a göre bu durumda teyemmüm edilir. Bu görüş Ebû Hanîfe'den de rivâyet edilmiştir. İşte bu gibi yerlerde fetvâ -yukarıda geçen kâideye göre- istisnâî olarak verilir.
155. İslâm miras hukukunda ashâbu'l-ferâiz ve asabe dışında kalan bir kısım akrabaya zevi'l-erhâm denir. Bunların tevrîs usûlünde görüş farkları vardır.
156. İki kavilden biri bir müslümanın -bir söz veya fiilinden dolayı- kâfîr olduğunu, diğeri ise olmadığını söylüyorsa "kâfir olmaz" diyen görüşü -zayıf rivâyet bile olsa- tercih etmek daha uygundur.
157. "Mantuk" söylenen, "mefhum" ise söylenen sözden, yine lisan bilgisiyle anlaşılan ve çıkarılandır. Söylenen bir sözün hükmü dil bilgisi yoluyla söylenmeyene de şâmil olursa buna "mefhum-i muvâfakat" denir. Söylenenin hükmünün karşıtı, söylenmeyen için sabit olursa buna da "mefhûm-i muhâlefet" denir. "Anneni üzme" sözü "onu dövme" mânâ ve hükmünü de ifade eder. "Paketi eve gidince aç" sözünden "daha önce açma" mânâsı da anlaşılır. Mefhûm-i muvâfakat ittifakla muteberdir. Mefhûm-i muhâlefet ise Hanefîlere göre âyet ve hadîslerde geçerli değildir. Fukahânın sözleri ve halkın teamülünde geçerlidir.
158. el-Müstesfâ'da örfü-âdet şöyle tarif ediliyor: Akıl yönünden gelip ruhlara yerleşen ve sağduyu sahiplerinin kabullendiği şeydir (İbn Âbidin, Ukûd, s. 44). İbn Âbidin bu beytin şerhinde, örfün değişmesiyle değişmiş bulunan hükümlere birçok örnek verdikten sonra şunları kaydediyor: "İşte bunların hepsinin hükümleri zamanın değişmesi sebebiyle değişmiştir; bu da ya zarûret, ya örfü-âdet yahut da hallerin karîneleri sebebiyle olmuştur. Bunların hiçbiri mezhebin dışında değildir; çünkü mezhebin sahibi (imamı) bu zamanda hayatta olsaydı aynı şeyi söylerdi (s. 45). Sence anlaşılmış oldu ki: müftî ve kadı'nın, örfü-âdeti ve apaçık karîneleri bırakarak müctehidlerden nakledilen sözlerin lafzı üzerinde donup kalması ve halkın hallerini bilmemesi, birçok hakların zâyî edilmesi ve birçoklarının zulme uğraması neticesini doğurur (s. 47).
159. Fürû' kitapları bu meseleye kitâbu'l-kazâ ve benzeri yerlerde dolayısıyla temas etmektedirler.
160. Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda Mezhepler, İst. 1971, s. 229.
161. Bu görüşü, Durru'l-muhtâr müellifi Haskefî benimseyerek nakletmiş (Reddu'l-muhtâr, c. I, s. 55), İbnu'l-Hümâm (Fethu'l-kadîr, Kitâbu'l-kazâ, c. I, s. 457) ve İbn Abdişşekür (Müsellemu's-sübût, maa'l-müstasfâ, c. II, s. 406) ise reddetmek üzere kitaplarına almışlardır.
162. Bu görüşü bir fetvâ halinde görmek için bkz. Ali Murtazâ, İlâveli Mecmûa-i Cedîde, İst. 1326, s. 541. Krş. Karâfî, el-İhkâm, s. 222 vd.
163. Bazı meselelerde kendi mezhebinin hükmünü bırakıp başka mezhebe uymasının caiz olduğu...
164. Herhangi bir mezhebe göre bir iş yapmış ve o iş neticelenmiş, sona ermişse; aynı işi bir başka mezhebe göre yeniden yapamaz. Çünkü o iş birinciye göre olmuş, bitmiştir. Meselâ senelerce Şâfiî mezhebine göre abdest alıp namaz kılmış bir kimse, bunları başka bir mezhebe göre bozuk sayıp kazâ etmez; bu caiz değildir.
165. Buhârî, Menâkıb 23; Edeb 80; Hudûd 10; Müslim, Fedâil 77, 78; Ebû Dâvûd, Edeb 4.
166. Telfik: Bir mesele veya amelde birkaç müctehidin reyini birleştirerek taklid eylemek demektir.
167. Burada telfik biri tahâret diğeri namaz olmak üzere iki ayrı meselede vâkidir.
168. Buhârî, İ'tisâm 6; Müslim, Fezâil, 130, Hac, 412; Nesâî, Hacc, 1.
169. Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, İst. 1971, s. 163-168. Ikdu'l-cîd'den naklen.
170. Teysiru't-tahrîr şerhinden de faydalanılarak özetlenmiştir. Parantez içi metne aittir.
171. Teysîru't-Tahrir, Mısır, 1351, c. IV, s. 253-254.
172. Hayreddin Karaman, age., s. 97. Muhammed b. Abdülazim el-Hanefî'nin Kavlü's-sedîd isimli risâlesinden naklen....
173. Şâfiî mezhebinden Akfehsî, Hanefîlerden Haskefî, İbn Âbidin, Mâlikîlerden Karâfî gibi âlimler bu nevî telfîki tecviz etmezler. Bkz. Hayreddin Karaman, age., s. 232-237l.
174. Age., c. s. 254. Telfîki caiz görenler ve görmeyenler ile, delilleri ve münakaşaları için bkz. Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 225 vd.; M. Hamdi Yazır için bkz. Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İst. 1975, s. 214.
175. Bkz. Emîrupâdişâh, s. 460.
176. Teysîru't-tahrîr, c. IV, s. 254-255. Bu mevzûuda geniş bilgi için bkz. Karaman, İslâm Hukukunda Mezhebler, İst. 1971; İslâm Hukukunda İctihad, Ankara, 1975.
177. Muâsır âlimlerden Saîd Ramazan el-Bûtî bu mevzûda ittifak bulunduğunu tesbit etmiştir. el-Lâmezhebiyye, 2. B. Dimaşk 1970, s. 34 vd.
178. el-İhkâm, s. 218-226.
179. el-İhkâm, s. 249.
180. Tâhâ: 20/44.
181. Bakara: 2/44.
182. el-İhkâm, s. 271. 275.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler