HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Bağlayıcılık Bakımından Resulullâh'ın (sav) Davranışları1
Giriş:
1. Örnekliği ve özellikleri:
Tarihte ve günümüzde birçok düşünür, bilgi kaynağı olarak yalnız akla ve duyu organlarına itibar etmiş, bunlarla elde edemediği bilgiyi de, bu bilginin ilgili bulunduğu varlıkları da inkâr etmiş, yok saymışlardır. Bunlara karşı yine bazı düşünürler ile peygamberler ve semâvî bir dine iman edenler, akıl ve duyu organları yanında başka bilgi kaynaklarından söz etmişler, bu kaynaklardan elde edilen sağlam ve tutarlı bilgileri insanlara açıklamış; Allah, ruh, yaratılış, ölümden sonraki ebedî hayat gibi aklın ve duyu organlarının ulaşamadığı konularda onların yollarına ışık tutmuş, bilmediklerini ve bilemeyeceklerini öğretmişlerdir. "Sana ruhu soruyorlar; onlara de ki: Ruh bir Allah işidir ve size ilimden ancak birazı verilmiştir"2 meâlindeki âyet, insana verilen ilmin (bilgi ve bilgi edinme vasıtalarının) bilgi konusu olabilecek şeyler karşısında yetersiz olduğunu, bilinmeyenin bilinenden daha çok bulunduğunu, ruh gibi bazı varlıkların mahiyetini insan aklının idrâk edemeyeceğini, bunlar için başka bilgi kaynaklarına başvurmak gerektiğini ifade etmektedir. İşte bu akıl üstü bilgi kaynaklarının başında, peygamberlerin, Allah'tan bilgi alma vasıtaları olan vahiy vardır: "Nitekim size, kendi içinizden, âyetlerimizi size okuyan, sizi eğitip olgunlaştıran, size Kitâbı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi bildiren bir elçi gönderdik."3 diyen âyet, vahyin ve resûlün, bilgi ve eğitim sahasındaki rollerini dile getirmektedir. Peygamberlerin bilgi kaynaklarının vahiy olduğu konusunda bir şüphe ve şaibeye yer vermeyi istemeyen Allah, onları, okur yazar olmayan kulları arasından seçmiştir.4 İnsanlara Allah katından bilgi getirmek yanında, başta örneklik ve eğitim olmak üzere daha birçok vazife ile yükümlü olan peygamberlerin, insanlar (beşer) arasından seçilmesi, sünnetullah (kâinatta hâkim kaide ve kanunlar) gereği idi. Bu sebeple peygamberlerin niçin melek olmadıklarını, neden fevkalâdelikler taşımadıklarını, küfürlerine bahane kılanlara ilahî Kitab şöyle sesleniyordu: "Eğer yeryüzünde yerleşmiş olarak gezip dolaşan (siz insanlar değil de) melekler olsaydı şüphesiz onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik."5 İnsanlara Allah'ı anlatacak ve O'na çağıracak olan peygamberlerin hem insanlardan olması, hem de onlardan farklı bulunması zarûreti vardı; peygamber insan olmalı idi; fakat bizzat Allah'ın eğitip insanlığa örnek diye sunduğu bir insan.6 Beşer hamurundan yoğrulmuş, fakat peygamber kalıbına dökülmüş bulunan Allah elçilerinin sonuncusu (sav) bu sebeple gerektikçe "Ben de ancak sizin gibi bir beşerim..." diyor7, gerektiğinde de "Ben herhangi biriniz gibi değilim; ben Allah tarafından yedirilir, içirilirim..." buyuruyor8, kendi özelliği cümlesinden bulunan "iftar etmeden günlerce oruç tutma" ibâdetinden ashâbını menediyordu. O'nun (sav), bir insan olmasına rağmen kimselerin dayanamayacağı maddî ve mânevî yüklere dayanması, günahsız ve günah işlemekten berî oluşu, eşlerinin sayısı, mehirsiz evlenme yetkisi, hanımlarının bütün mü'minlerin anneleri hükmünde oluşları ve daima perde arkasında bulunmaları... hep özellikler, farklılıklar, O'na (sav) mahsus hükümler ve haller cümlesindendir; müminler bu sahada O'nu (sav) izleyemez, yaptığını yapamaz, hali ile hallenemezler. Peygamberlerde ümmete örneklik esas olmakla beraber bir yanda bu özellikleri, bir yanda da -aşağıda açıklama ve örnekleri gelecek olan- beşerî ve tabiî davranışları, örneklik (başka bir ifade ile bağlayıcılık) dışında kalmaktadır.

2. Davranışlarının vahiy ile alâkası:
Allah Resûlü'nün (sav) bütün davranışları (sözü, fiili, tavır alışları) vahye dayanırsa, örneklik ve tebliğ dışında kalan bir davranışından söz edilemez. Eğer davranışlarından bir kısmı beşerî tabiatından geliyor, yahut rey ve ictihada dayanıyorsa bu takdirde bağlayıcı davranışlarını, böyle olmayanlardan ayırmak ve ayrı kategorilerde değerlendirmek gerekecektir. Konu ile ilgili âyet ve hadîslerden bir kısmı -diğerleri gözönüne alınmazsa- O'nun (sav) her davranışının vahiyden kaynaklandığını anlatır gibidir: "Dostumuz (Allah Resûlü) ne sapmış ne de asılsız şeylere inanmıştır. O, kendiliğinden bir şey söylemez; söylediği, ancak kendisine gönderilen vahiydir, bunu da çok güçlü (Cebrâîl) O'na öğretmiştir."9 Abdullah b. Amr anlatıyor: "Allah Resûlü'nden (sav) duyduğum her şeyi, unutmayayım diye yazardım. Kureyş (ileri gelenler) 'sen her duyduğunu yazıyor musun? Halbuki Allah Resûlü (sav) hoşnutluk halinde de, hiddetli iken de konuşan bir beşerdir' diyerek beni bundan menettiler, ben de yazmaktan vazgeçtim ve durumu Allah Resûlü'ne (sav) ilettim; kendileri, parmağı ile ağzını göstererek 'yaz, hayatım elinde olana yemin ederim ki buradan ancak hak (gerçek ve Allah rızasına uygun olan) çıkar' buyurdular."10 Bu gibi âyet ve hadîslerin karşısında O'nun beşer özelliğini ortaya koyan ve her davranışının vahye dayanmadığını gösteren nasslar da vardır: Bedir Savaşında alınan esirlere yapılacak muâmele konusu müzâkere edilmiş, Resûlullah'ın (sav) da içlerinde bulunduğu grubun reyi tercih edilerek fidye karşılığı serbest bırakılmalarına karar verilmişti. Sonradan gelen vahiy bu kararı şöyle değerlendiriyordu: "Düşmanı çökertip yeryüzünde hâkim oluncaya kadar bir peygamberin esirleri olamaz. Siz dünya malını istiyorsunuz, Allah ise âhireti istiyor; Allah izzet ve hikmet sahibidir. Eğer Allah tarafından daha önce konmuş bir hüküm (ictihadda hata eden cezalanmaz, kanunsuz suç olmaz hükmü) olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir ceza gelecekti."11 Allah Resûlü (sav) bir namazı kıldırırken yanılmış, ashâbın "bir değişiklik mi oldu?" sualleri üzerine "Ben ancak bir beşerim, sizin gibi ben de unutup yanılabilirim..." demiştir.12 Kendisine getirilen bir dâva sebebiyle "hakkında vahiy gelmeyen dava konularında ben rey ve ictihadımla hükmederim" buyurmuşlardır.13 Hz. Peygamber (sav) Medine'ye geldiğinde ziraatçilerin, erkek hurma dallarını dişiler üzerine asarak tozlaştırma yaptıklarını görmüş ve ne yaptıklarını sormuştu, "öteden beri bunu yapıyorduk" dediler, "umarım ki, siz bunu yapmazsanız daha iyi olur" buyurdu, onlar da tozlaştırma yapmayı terkettiler, bu yüzden hurmalar olgunlaşmadan döküldü ve eksik oldu, durumu Allah Resûlü'ne (sav) ilettiler, şöyle buyurdu: "Ben ancak bir beşerim, size dininize ait bir şey emredersem bunu uygulayın, size şahsî görüşten bir şey söylersem ben ancak bir beşerim", bir başka rivâyette "...siz, dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz."14
Yukarıdaki deliller yanında bu hadîs, bir yandan Allah Resûlü'nün bütün davranışlarının vahye dayanmadığını ortaya koyarken, diğer yandan bağlayıcı olan ve olmayan davranışlarını birbirinden ayırma konusunda bir ölçü de getirmektedir: "Dine ait olan bağlayıcı, dünyaya ait olan bağlayıcı değil". Hz. Peygamber'in (sav) özellik ve selâhiyetlerini açıklayan âyet ve hadîsler ile sahâbe uygulaması birlikte değerlendirilince "dünyaya ait söz ve davranışlarını" da ikiye ayırmak gerekmektedir. a) Müsbet ilimlerin, teknik ve teknolojinin araştırma, çözme ve geliştirme sahasına giren konular. b) İnsanların ferd ve toplum halinde eğitilip yönetilme ve yönlendirilme sahasına giren konular. Bunlardan birincisi hadîste kastedilen "dünya işleriniz" sahasıdır ve bu konularda Allah Resûlü'nün (sav) söyledikleri genellikle şahsî tecrübe ve düşüncesine dayanır, bağlayıcı değildir. İkincisi siyaset, hukuk, ekonomi, sosyal kurumlar, eğitim... ile ilgili sahadır; Allah Resûlü'nün (sav) bu sahaya giren söz ve davranışları genellikle dine dahildir ve bağlayıcıdır (çünkü ya vahye dayanmakta, yahut da -ictihada dayansa bile- vahyin sözlü veya sükût şeklinde tasdikinden geçmiş bulunmaktadır). Bu konulara ait bulunduğu halde bağlayıcı olmayan davranışları da vardır; bunların nelerden ibaret olduğu ve diğerlerinden nasıl ayrılacağı konusu, bu yazının asıl konusudur ve aşağıda ele alınacaktır.
Asıl mevzûumuza geçmeden önce Resûlullah'ın (sav), bağlayıcı olmayan söz ve davranışlarına ait bazı örnekleri, Kadı Iyâd'ın Şifâ'sından takip etmek, sonra da bu konuya el atan yazarları tanıtmak üzere bir fasıl açmak faydalı olacaktır. Kadı Iyâd (v. 544/1149) bu meşhur eserinde, Peygamberimiz'in (sav) beşerî tabiatından kaynaklanan, rey ve ictihadına dayanan, çoğu bağlayıcı olmayan zengin örnekler vermiş, bunların hikmetlerini açıklamış, ilk bakışta çelişik görünen nakilleri uzlaştırmıştır15: "Resûlullah (sav) da diğer peygamberler gibi beşer nev'indendir O'nun cismi ve dış varlığı tamamen beşerîdir, diğer insanlar için caiz olan hastalıklar, değişmeler, acılar, sancılar ve ölüm O'nun (sav) için de caizdir... Allah Resûlü (sav) hastalanmış, inlemiş, soğuk ve sıcaktan müteessir olmuş, acıkmış, susamış, hiddetlenmiş, canı sıkılmış, usanmış, yorulmuş, zayıflamış, yaşlanmış, bineğinden düşüp yaralanmış, kâfirler kendisini yaralayıp dişini kırmışlar, zehirli et vermişler, sihir yapmışlardır; O da maddî, mânevî vasıtalarla bunlara karşı tedâvi görmüş, tedbirler almış, nihâyet Büyük Dostu'na kavuşmuş ve dünyayı terketmiştir; diğer peygamberlerin de başından geçen bu hal ve olaylar beşeriyet gereğidir, kaçınılmaz ve tabiîdir..."16 "Hz. Peygamber'e (sav), eşi Zeyneb b. Cahş bal şerbeti sunmuş, bu yüzden onun yanında biraz daha fazla kalmıştı. Bunu kıskanan diğer iki eşi "ağzından kötü bir koku geliyor, içtiğin bal şerbetinden olmalı" deyince bir daha bal şerbeti içmemeye söz vermişti, vahiy bu davranışını şöyle değerlendirdi: "Ey Peygamber! Eşlerinin gönlünü hoş edeceğim diye niçin Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi haram kılıyorsun; Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir."17 "O'nun (sav) dünya hayatına ait iş ve davranışlarına gelince bunlarda da Allah'ın rızasına aykırı davranmayacağını daha önce açıklamıştık. Bu sahada bazen unutma ve yanılmasının caiz olduğunu da zikretmiştik. Bu unutma ve yanılmalar O'nun (sav) peygamberliğine zarar vermez; aslında bu yanılma ve unutma olayları çok nadirdir, O'nun (sav) davranışlarının çoğu tam bir doğruluk ve tutarlılık içindedir, hatta bunların tamamı, yahut çoğu -daha önce de açıkladığımız gibi- ibâdet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olmaktadır. Çünkü Peygamberimiz (sav) dünyadan, ancak zarûret miktarı ve kendisini ayakta tutacak kadar nasib alırdı. Bunun da faydası kendine raci olanı ile Rabbine ibâdet eder, şeriâtı ayakta tutar, ümmetini yönetirdi. Dünya işlerinden, kendisi ile ümmeti arasında olanlar ise şu kategoriler içine girer: Ümmetine iyilik ve ihsan etmek, tatlı ve güzel söz söyleyip dinletmek, kaçkınları, uzak duranları ısındırmak, inada sapanları yola getirmek, çekemeyenleri idare etmek... Bunların da hepsi O'nun sâlih amelleri ve artan ibâdet vazifeleri arasında yer almaktadır. Dünya hayatı ile ilgili davranışlarını duruma göre değiştirir, her iş ve duruma uygun davranış biçimini hazırlardı. Şehre dönerken eşeğe binerdi, sefere çıkarken deveye binerdi, savaş meydanlarında sebat işareti olsun diye katıra binerdi, gerektiğinde ata biner, âcil yardım yetiştirmek için bunları hazır bulundururdu. Giyinişinde ve diğer davranışlarında da böyleydi; kendisi ve ümmeti için faydalı olanı gözönüne alırdı. Bazen uygun gördüğü bir davranış yerine ümmetin daha kolay uyum sağlayacağı, siyâsetin gerektirdiği -fakat aslında tercihi olmayan- bir davranışta bulunurdu. Bazen de aynı sebeplerle yapmak istediği bir fiili terkederdi ve bunları, iki şık arasında muhayyer bırakıldığı zaman dinî işlerde de yapardı. Nitekim kendi görüşü Medine içinde mevzilenmek olduğu halde istek üzerine Uhud bölgesine çıkmıştı; münâfıkları kesin olarak bildiği halde müslüman olacakların gözlerini yıldırmamak, mü'minlerin akrabalık bağlarını gözetmek, halkın 'Muhammed ashâbını katlediyor' demelerine meydan vermemek gibi sebeplerle bunları öldürmemişti; Kureyş'in gönüllerini ve Kâbe binasına saygılarından onun yıkılıp değiştirilmesini hazmedemeyeceklerini düşündüğü, bundan dolayı gönül nefretlerini, dine ve dindarlara karşı geçmişteki düşmanlıklarını canlandırmak ve tahrik etmek istemediği için Kâbe'yi yıkıp, Hz. İbrâhîm'in(a.s) kurduğu temeller üzerinde yeniden inşa etme arzusunu gerçekleştirmemiştir. Bazen bir işe teşebbüs etmiş, sonra başkasını daha uygun bulduğu için ondan vazgeçmiştir; nitekim İbn Münzir'in ikazı üzerine Bedir'de, düşmana en uzak kuyu bölgesine intikal etmiştir; Vedâ Haccında, "bu işi yeni baştan yapsaydım kurban sevketmezdim" demiştir. Yine (siyaset ve maslahat îcabı) gönlünü kazanmak için kâfire ve düşmana güleryüz göstermiş, câhile sabretmiştir. "İnsanların kötülüğünden sakındıkları kişi, insanların kötülerinden olan kişidir" demesine rağmen böyle kötü kişilere, şeriatını ve Rabbi'nin dinini sevdirmek için değerli mallar bahşetmiştir. Evinde, bir hizmetçinin yapacağı işleri üzerine almış ve yapmıştır. Elbisesine, kolu bacağı gözükmeyecek, vakarına yakışacak biçimler vermiş, meclis arkadaşları da O'na (sav) daima büyük saygı göstermişlerdir. Onlara geçmişten gelecekten konuşmuş, şaştıklarına şaşmış, güldüklerine gülmüştür. İnsanlara güleryüz ve adâlet dağıtmıştır. Hiddeti ve gazabı Allah için olduğu ve hakkı yerine getirmekten geri durması mümkün bulunmadığı halde davranışlarına hiddeti hâkim olamamıştır..."18
Kadı Iyâd'ın sıraladığı bu davranış örnekleri vahye değil, beşerî ihtiyaçlara, şahsî takdire, rey ve ictihada, tecrübeye, amme menfâati ve siyaset kaidelerini gözeterek yaptığı tercihe... dayanmakta, ancak hiçbiri kulluk sınırının dışına taşmamakta, yasak sahaya girmemektedir.
3. Bu konuda yapılmış çalışmalar:
Allah Resûlü'nün (sav) söz, fiil ve tavırlarının, vahye bağlılık ve bağlayıcılık açısından tasnife tâbî tutulması daha O'nun (sav) hayatında başlamıştır. Kendileri ashâbını sık sık ikaz ettiği ve "ben beşerim, vahiy gelmediğinde reyimle de hükmederim, dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz" gibi sözler söylediği için ashâb, O'nun (sav) davranışlarını, vahye bağlılık bakımından ayrıma tâbî tutar ve tereddüt ettikleri zaman kendisinden "vahiy mi, rey mi?" diye sorarlar ve buna göre hareket ederlerdi. Nitekim Hz. Peygamber (sav), düşman ¼atafân kabilesinin şerrinden bir müddet emin olabilmek için Medine hurmasının üçte birini onlara haraç vererek sulh andlaşması yapmak istemişti. Sahâbe bunun vahye değil, reye dayandığını anladıkları için karşı çıktılar, Peygamberimiz (sav) de teşebbüsünden vazgeçti.19 Bedir'de mevzilenme ve Bedir esirlerine yapılacak muâmele konusunda ashâbın davranışlarını daha önce zikretmiştik.
Yine Resûlullah (sav), baş münafık Abdullah b. Übeyy'in cenaze namazını kıldırmaya teşebbüs etmiş, Hz. Ömer buna karşı çıkmıştı, gelen vahiy Hz. Ömer'in görüşünü tasdik etmiştir (Hz. Ömer'in yirmi küsur vak'ada buna benzer mazhariyeti olmuştur).20 Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sav) emirleri de sahâbe tarafından -karîneler değerlendirilerek- farklı anlaşılmış ve uygulanmıştır; yerine göre O'nun bir emri ile canlarını feda eden sahâbe, yerine göre de emrin teşvik ve tavsiye mahiyetinde olduğunu anlayarak buna göre davranmışlardır; nitekim Resûlullah (sav), kâfirlere benzememeleri için ağaran saç ve sakallarını boyamalarını emredince kimisi boyamış, kimileri de (Hz. Ali, Ubeyy, Enes gibi) boyamamışlardı.21 Berîre isimli cariye Hz. Âişe tarafından âzâd edilip hürriyetine kavuşturulunca selâhiyetini kullanarak kocasını boşamıştı. Köle olan kocası eşini sevdiği için Hz. Peygamber'e (sav) başvurmuş, karısını kararından döndürmesini istemiş, O da Berîre'ye, kocasına dönmesini söylemişti. Berîre "bana bunu emrediyor musunuz ey Allah'ın Elçisi (sav)?" diye sormuş, Efendimiz'in (sav) "Hayır, aracılık (şefaat) ediyorum" demesi üzerine Berîre kocasına dönmemiş ve bu davranışı kimse tarafından kınanmamıştır.22 Sahâbeden Câbir b. Abdullah'ın babası birçok kimseye borçlu olarak vefat edince Câbir, Resûlullah'a (sav) gelerek alacaklıların birer parça tenzilatta bulunmaları hususunda aracılığını rica etmişti, Hz. Peygamber (sav) alacaklılardan biraz indirim yapmalarını istedi, fakat onlar bunu kabul etmediler ve alacaklarının tam olarak ödenmesinde ısrar ettiler23, bunu da kimse kınamadı. Sahâbenin bu anlayış ve davranışı sonraki nesillere de intikal etmiş, Fıkıh ve Usûl-i Fıkh ilimlerini tedvin eden ilk müctehidler, Hz. Peygamber'in (sav) fiil ve emirlerinin bağlayıcı olup olmadığı konularını tartışmışlar ve çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu hayırlı çalışmalara rağmen Şihâbuddîn Ahmed b. İdrîs el-Karâfî'ye (v. 684/1285) kadar, Hz. Peygamber'in (sav) davranışlarının bağlayıcılık bakımından ilmî tasnifi yapılmamıştır. Karâfî, el-İhkâm (Haleb, 1967, s. 86-109) ve el-Furûk (36. fark) isimli eserlerinde Peygamberimiz'in (sav) beşeriyet dışında kalan davranışlarını "teblîğ, fetvâ, kazâ ve imâmet (devlet başkanlığı)" olarak dörde ayırmış ve bunları bağlayıcılık bakımından incelemiştir. Tunuslu müceddid âlim Muhammed Tâhir b. Âşûr bu tasnîfi daha da geliştirerek onikiye çıkarmıştır.24

Hz. Peygamber'in (sav) Çeşitli Sıfatlarından Kaynaklanan Davranışları:
Hz. Peygamber'in (sav) sıfat ve davranışlarında hâkim olan peygamberlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız âyet ve hadîste O'na (sav) uyulması, itâat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sarılınması istenmiştir. Ancak yukarıda sunulan birçok örnek O'nun (sav), başka sıfat ve özelliklere de sahip olduğunu, bunlara dayalı ve bunlardan kaynaklanan birçok davranışının da bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu sebeple gerek İslâm'ın yorumcuları ve gerekse uygulayıcılar hadîslerin hangi sıfattan kaynaklandığını ve bu bakımdan bütün müslümanlar için bağlayıcı olup olmadığını araştırmak ve gözönüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar mezkûr sıfat ve durumları onikiye kadar çıkarmışlardır: 1. Dini tebliğ etmek ve tamamlamak (teşrî) 2. Fetvâ vermek (iftâ) 3. Dâvaları hükme bağlamak (kazâ), 4. Devlet başkanlığı (imâmet, imâret), 5. Daha iyiye teşvik (irşâd), 6. Arabulmak, anlaştırmak (sulh), 7. Danışmada bulunana yol göstermek (istişarî rey), 8. Öğüt vermek (nasîhat), 9. Kemâl ve takvâ eğitimi vermek, 10. İnce ve yüce gerçekleri öğretmek, 11. Eğiterek sakındırmak (te'dîb), 12. Başkalarına yol göstermekle ilgisi bulunmayan beşerî, tabiî davranışlarda bulunmak.

1. Dini tebliğ etmek ve tamamlamak:
Resûl, kendisine gelen vahyi hem uygulamak, hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre O'nun önde gelen vazifesi tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir. Peygamber, sözlü vahyin gelmediği konularda da yine Allah'ın irşadı ile (sözlü olmayan bir nevi vahiy ile), dini tamamlayan bilgi ve hükümler getirir. Resûl-i Ekrem (sav) şu hadîslerinde bu sıfat ve selâhiyetlerini anlatmaktadır: "Gâfil olmayın! Bana Kur'ân verildiği gibi, onun yanında, onun kadar daha (bilgi ve hüküm) verilmiştir! Bilin ki yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğunda gömülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur'ân'dan ayrılmayın, onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu da haram bilin..."25 Peygamberimiz'in (sav) bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden ayırmak için bazı ipuçları vardır: Meselâ Vedâ Hutbesini okurken herkes duysun diye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğciler koymuştur, "burada bulunanlar, bulunmayanlara duyursun" demiştir, Vedâ Haccını îfâ ederken "yaptıklarıma bakarak hacc ibâdetini öğrenin" buyurmuştur.

2. Fetvâ vermek (iftâ)
Dini tebliğ ve tamamlama mahiyetinde olan fetvânın farkı, hükmün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gözönüne alınmasıdır. İbn Abbâs'ın nakline göre Vedâ Haccında Resûlullah (sav) Mina'da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunları cevaplandırmıştır. Bu cümleden olarak birisi "kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?" diye sormuş, "şimdi kes, zararı yok" cevabını vermişler, bir ikincisi gelerek "şeytan taşlamadan önce gidip Kâbe'yi tavaf ettim, ne yapayım?" diye sormuş, "zararı yok, şimdi şeytanı taşla" buyurmuşlar; hâsılı, bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların önce veya sonra yaptıkları her iş için "zararı yok, yap" cevabını vermişlerdir.26 Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, soranın durumuna göre farklı cevaplar vermiştir. Cahiliye devrinde içinde şarap yapılan bazı kaplarda -haram olmayan- nebiz (bir nevi şerbet) yapmak isteyenleri bundan menetmiştir; çünkü hem bu kapların kötü hatıraları vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa zamanda şaraba dönüşmektedir. İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkîn isimli eserinin dördüncü cildinin sonunda, Resûlullah'ın (sav) fetvâlarını 147 sayfada toplamıştır.

3. Dâvaları hükme bağlamak (kazâ):
Kazânın iki yönü vardır: a) Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımından kazâ, fetvâ gibi bir teblîğ ve teşrîdir; aynı durumlarda aynı hükmün verileceğini, ilâhî iradenin böyle olduğunu gösterir. b) İsbat delillerine göre adâletin tevziî bakımından kazâ isâbetli de, hatalı da olabilir. İsbat delilleri hakkın yerini bulmasını sağlamış ise hem hâkim isâbet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kurtulmuşlardır. Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf isbatta daha başarılı olmuş, hüküm de buna göre verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adâleti yanıltan taraf ise mânevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Resûlullah (sav) kazânın bu yönünü şöyle anlatıyor: 'Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum..."27 Hz. Peygamber'in (sav) kazâî hükümlerini diğerlerinden ayırmak oldukça kolaydır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususî kitaplar yanında hadîs kitaplarının kazâ bölümleri de birçok örnek ihtiva etmektedir.

4. Devlet başkanlığı (imâret, imâmet):
Resûlullah'ın (sav) devlet başkanlığı, peygamberlik, iftâ ve kazâ selâhiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyettir. Devlet başkanına toplumu idare etmek, onun menfâatini gözetmek, sosyal adâleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu görevler her peygambere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır. Peygamberimiz'in (sav) risâlet ve iftâ selâhiyetine dayanan davranışları bütün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunların icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine veya hükmüne bağlı değildir. Devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları ise hem diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet başkanı izin vermedikçe benzeri haklar, mü'minler tarafından re'sen elde edilemez. Ganîmetin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezaların infâzı, orduların tertibi ve sevki, isyan ve terör hareketlerinin bastırılması, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıslar veya kamu kuruluşlarınca işletilmesi; devlet başkanının selâhiyeti altındadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bunların alınması, yapılması, icrâ edilmesi caiz değildir. Bu konularda bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan -amme menfâatini gözeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermeyi terketmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir... Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selâhiyetine dahil olduğunda birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayışları olmuştur:
a) Buhârî'nin Hars, 15'te rivâyet ettiği hadîste Peygamberimiz (sav) "Bir toprağı işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur" buyurmuştur. Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale getiren şahıs toprağın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Resûlullah'ın (sav) hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz; her biri kendi çağ ve ülkelerinde amme menfâatini gözönüne alarak devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine bağlı bulunur; Ebû Hanîfe'nin ictihadı işte bu istikamettir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir. İmam Şâfiî bu hadîsi fetvâ ve tebliğ sıfatına bağlamış, "çünkü Resûlullah'ın (sav) asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadîsleri buna göre yorumlamak gerekir" demiştir. Hadîsin tebliğ (dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tâbî olmaz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. İmam Mâlik bu konuda şehir ve mücavir alan toprakları ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki toprakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkanılığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlerini korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.
b) Ebû Süfyân'ın karısı Hind b. Utbe, Resûlullah'a (sav) başvurarak "kocası Ebû Süfyân'ın cimri bir adam olduğunu, kendisine ve çocuğuna yetecek nafakayı vermediğini" söyledi, Peygamberimiz (sav) ona "normal ölçülerde sana ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al" buyurdu.28 Bu hadîs-i şerifi tebliğ ve fetvâ telakki eden müctehidler (Şâfiîler ve kısmen Hanefîler) bundan şöyle bir kaide çıkarmışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını borçlu ödemekten imtina ederse alacaklı icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına tekabül eden malı bulduğu yerde alabilir (Hanefîlere göre alacağı cinsinden malını alabilir). Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadîsi kazâ selâhiyetine bağladıkları için "hâkim izin vermedikçe alacağını karşılayan malı bizzat alamaz" demişlerdir.29
c) Hz. Peygamber (sav) "Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur" buyurmuştur.30 Şâfiî gibi bazı müctehidler bu hadîs-i şerifi tebliğ saydıkları için "her zaman, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükâfatıdır" demişlerdir. Ebû Hanîfe ve Şâfiî gibi düşünen müctehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına bağladıkları için başkan ve komutanların iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganîmetten birşey alamayacağına hükmetmişlerdir.31

5. Daha iyiye tevşik (irşâd):
Âyet ve hadîslerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri değerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir. Güzel ahlâkı teşvik eden hadîsler, cennetliklerin vasıflarını anlatan hadîsler, nâfile ibâdetlerin sevabını dile getiren hadîsler böyle yorumlanmıştır. Sahâbî Ebû Zerr'i, takım elbise giymiş kölesi ile birlikte gören birisi "bu ne haldir?" diye sormuş, Ebû Zer de şöyle anlatmıştır: "Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrederek ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Resûlü'ne (sav) şikâyet etti. O da 'doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?' diye sordu, 'evet' dedim, şöyle buyurdu: Sen hâlâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir, Allah onları sizin himayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin altında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yardım etsin!"32 Bu hadîste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyurmama, köleye yardımcı olma emirleri bağlayıcı (farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin farklı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür.

6. Arabulmak, anlaştırmak (sulh):
Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye başvurup dâvayı isbat ile uğraşmaksızın kısa yoldan anlaştırmak için yapılan teşebbüsler sulha yöneliktir. Sulh için aracılık yapanlar hâkim gibi davranmazlar, tarafların iddiâlarını isbat edip istediklerini almalarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa çağırırlar; bu ise başka anlaşmalara emsâl teşkil etmez. Peygamberimiz'in (sav), sahâbeden Câbir'in -babadan alacaklılarına- yaptığı fedâkârlık teklifi bir sulh teşebbüsüdür, bu teklif onları bağlamadığı için kabul etmemişlerdir. Yine Peygamberimiz (sav) Kâ'b b. Mâlik ile Abdullah b. Ebî Hadred arasında, birincinin ikincisi üzerindeki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta Ka'b'a, alacağının yarısından vazgeçip geri kalanını almasını tavsiye etmiş, o da bunu kabul ederek sulh olmuşlardır.33 Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçerek ikincisinin bahçesine gelen bir su yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlullah'a (sav) arzettiler, O da (sav) aralarını bulmak üzere "Zübeyr! Ağaçlarını sulayınca bırak o da sulasın" dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de "Zübeyr! Ağaçlarını sula, sonra da havuzlardan taşıncaya kadar suyu tut!" buyurdu.34 Birinci tavsiye, anlaşmayı sağlamak üzere fedâkârlık teklifi şeklinde, ikincisi ise -karşı taraf anlaşmaya yaklaşmadığı ve haksız olduğu için- haklı olana, hakkını kullanması şeklinde ifade buyrulmuştur.

7. Danışmada bulunana yol göstermek (istişârî rey):
Burada Resûlullah (sav) yukarıda gördüğümüz sıfatları ile değil, kendisi ile istişare edilen bir problemin çözümünde yol gösterici olarak hareket etmekte, çözümler teklif etmektedir. Hz. Âişe, Berîre isimli bir câriyeyi satın alıp âzâd etmek istemişti. Bağlayıcı kaidelere göre (şerîate göre) bir köleyi âzâd eden kişi ile o köle arasında bir velâyet ilişkisi doğuyordu. Berîre'nin sahibi bu velâyet hakkının kendilerinde kalmasını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz. Âişe, hakkından vazgeçmeden câriyeyi nasıl alabileceğini sevgili Eşi (sav) ile istişare etti, Peygamberimiz (sav) ona şöyle dedi: "Sen onların şartını kabul et ve onu al; sonuçta velâyet hakkı ancak âzâd edene aittir." Hz. Âişe bunun üzerine gidip câriyeyi satın aldı ve âzâd etti, sonra Resûlullah (sav) minbere çıkarak halka şöyle seslendi: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın Kitabı'na uymayan şartlar ileri sürüyorlar!.. Velâyet hakkı yalnızca âzâd edene aittir."35 Eğer Peygamberimiz'in (sav) ilk ifadesi "teşrî, teblîğ, fetvâ, kazâ" kabilinden olsaydı şart mûteber olacak ve velâyet hakkı satanda kalacaktı; sonraki ifadesi bunun böyle olmadığını, ilk ifadesinin ise "meşrû bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir çözüm, bir istişârî reyden ibâret" olduğunu göstermektedir. Medine'de zirâatçiler hurma meyvasını daha olgunlaşmadan ağaç üzerinde satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva çeşitli sebeplerle az çıktı denir, karşı taraf buna itiraz eder ve böylece anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber (sav) bu yüzden meydana gelen anlaşmazlıkların çoğaldığını görünce şöyle buyurdu: "Böyle olup gidecekse (anlaşmazlıkların ardı arkası kesilmeyecekse) ağacın üzerinde olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satmayın."36 Hadîsin Buhârî'deki rivâyetinde râvî Zeyd b. Sâbit şu yorumda bulunmaktadır: "Hz. Peygamber (sav) bu yüzden anlaşmazlıkların çoğaldığını gördüğü için ashâba, istişârî olarak yol göstermiştir." Bunun mânâsı, hadîsin bağlayıcı olmadığı, meyvayı daha önce satmanın kesin olarak yasaklanmadığıdır. Peygamberimiz (sav) âdetâ "bana sorarsanız şöyle yapın daha iyi..." demektedir.

8. Öğüt vermek (nasîhat):
Peygamberimiz (sav), haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı bir davranış veya teşebbüse muttali olduğu zaman ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek suretiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı olmayan davranışları çerçevesine girmektedir. Bu cümleden olarak Beşîr b. Sa'd isimli sahâbî, oğlu Nu'mân'a bir hizmetçi hediye etmiş, diğer oğullarına böyle bir bağışta bulunmamıştı. Karısının isteği üzerine bu bağış olayına Hz. Peygamber'i (sav) şahit tutmak istedi, Peygamberimiz Beşîr'e "bütün çocuklarına bu şekilde bağışta bulundun mu?" diye sordu; "hayır" cevabını alınca "beni haksız bir davranışa şahit kılma" dedi; bir başka rivâyette "bütün çocuklarının sana eşit derecede itâatli ve bağlı olmalarını ister misin?" diye sordu, "evet" cevabını alınca da "öyleyse olmaz" dedi.37 İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî bu hadîste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir yasaklama olarak değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını korumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve "kişinin, çocuklarından birine mal bağışlamasının caiz olduğunu" söylemişlerdir. Mezkûr müctehidler bu yorumu yaparken Resûlullah'ın (sav) bu konuda bağlayıcı bir yasaklamasının yaygın olarak bilinmediğini ve bir rivâyette "başkasını şahit tut" dediğini gözönüne almışlardır. Buna karşı Ahmed, Dâvûd, Süfyân gibi müctehidler hadîste geçen yasaklamayı bağlayıcı ve kesin olarak almışlardır. Aynı çerçevede bir başka örnek Fâtıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı kocası boşamıştı, iddeti dolunca Peygamber Efendimiz'e (sav) gelerek kendisini, hem Muâviye'nin, hem de Ebû Cehm'in istediklerini söyledi. Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu: "Ebû Cehm eli değnekli bir adamdır. Muâviye b. Ebî Süfyân ise çok fakirdir; sen Üsâme b. Zeyd ile evlen!" Fâtıma önce Üsâme'yi istememiş, fakat Resûlullah'ın (sav) ısrarı üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuştur.38 Bu hadîs bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü İslâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlenmesi yasak değildir.
9. Takvâ ve kemâl eğitimi vermek:
Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in (sav) bu sıfatla vâki davranışları daha çok ashâba yönelik olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîslerde ashâb öğülmüş, İslâm'ın bu ilk ve büyük neslinin müstesna özellikleri dile getirilmiştir. Peygamberimiz (sav) nasıl en kâmil örnek insan ve peygamber ise, ashâbı da öyle kâmil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz (sav) bu nesli yetiştirirken, eğitirken onların bu özelliklerini dikkate almış, onlara mahsus yükümlülükler getirmiş, vazifeler vermiştir. Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde yaşanmış, Peygamberimiz (sav) tarafından herbiri bir muhâcire kardeş kılınan Ensâr (Medineli müslümanlar) onlarla herşeylerini paylaşmışlardır. Sahâbeden Berâ b. Âzib rivâyet ediyor: "Resûlullah (sav) bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı: Hasta ziyaretini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana 'Allah sana rahmet etsin' demeyi, yemin edenin yeminine riâyet etmeyi, haksızlığa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selâm vermeyi ve dâvete katılmayı emretti. Altın yüzük takmayı, gümüş kap kullanmayı, kırmızı eyer yastığı kullanmayı, kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek ve genellikle ipek kullanmamızı yasakladı."39
Bu ondört maddenin bazıları farz, bazıları haram olmakla beraber, meselâ aksırana duâ etmek farz değildir, kırmızı eyer yastığı kullanmak da haram değildir. Buna rağmen hepsinin bir arada zikredilmesi ashâbı dünya ile fazla içli dışlı olmaktan alıkoymak, lüks ve refâha dalarak asıl maksattan uzaklaşmalarını önlemek içindir. Sahâbeden Râfi b. Hadîc'e amcası Zuhayr: "Resûlullah (sav) bizim için faydalı olan bir şeyi yasakladı" deyince Râfi: "Resûlullah ne demiş ise o haktır, yerindedir" demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: "Belli yerlerinden çıkan mahsul, yahut belli ölçekte ürün karşılığı kiraya veriyoruz" dedim. Efendimiz (sav): "Öyle yapmayın, ya kendiniz ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun" buyurdu. Râfi amcasından bunu duyunca "emri başımın üstüne!" dedi. Müctehidlerin çoğu, Peygamberimiz'in (sav) bir sahâbi aileye yönelik bu emrini ümmetin tamamı için bağlayıcı saymamışlardır. Buhârî de bu sebeple hadîsi zikrettiği bölümün başlığında şöyle demiştir: "Ashâbın aralarındaki yardımlaşmalar bölümü..."40
Resûl-i Ekrem'in (sav) eşlerine, çocuk ve torunlarına karşı tutumunda, emir ve tavsiyelerinde bu "kemâl, takvâ ve örneklik" eğitiminin müstesnâ örnekleri vardır. Canı gibi sevdiği kızı Fâtıma'nın kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi; yine Fâtıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hizmetçi vermeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir şeklinde ek vazifeler vermesi; hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşanmak, takıp takıştırmak isteyince "Ey peygamber (sav)! Eşlerine şöyle de: 'Eğer siz dünya hayatını, zînet ve refahını istiyorsanız gelin -istediklerinizi- size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok) eğer Allah'ı, Resûlü'nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içinizden iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükâfat hazırlamıştır."41 meâlindeki âyetin gelmesi bu örneklerden yalnız birkaçıdır.

10. İnce ve yüce gerçekleri öğretmek:
İslâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmaktadır. İman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları kavrama hususunda, sahâbeden de olsa, kişiler aynı seviyede olamazlar. "İnsanın, Allah'ı anlayıp kavrayamayacağını anlaması, anlamanın ta kendisidir" diyen Ebû Bekir ile "Allah nerede?" sorusunu göğü göstererek cevap veren, buna rağmen imanı geçerli sayılan bedevî kadının idrâki aynı seviyede tutulamaz ve gerçekler bu iki farklı seviyeye aynı üslûb ile anlatılamaz. Resûlullah (sav) bir akşam üzeri Ebû Zerr'e Uhud Dağını göstererek şöyle demiştir: "Ey Ebû Zer! Şu dağ kadar altınım olsa, üç dinar hariç, hepsini -Allah yolunda- harcamaktan başka bir şey istemezdim..."42 Peygamberimiz (sav) bu sözleri ile dünyaya, servet ve refâha bakışını dile getirmiş, gönlüne hâkim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu; alıkoyduğu üç dinar da borçları ve zarûri ihtiyaçları içindi. Ebû Zerr bunu böyle anlayacağı yerde müslümanın zarûrî ihtiyaçları dışında para ve servet sahibi olmasının, bunları dağıtmayıp elinde tutmasının -zekâtını verse dahi- caiz olmadığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashâb bu anlayışa katılmamışlardır.

11. Eğiterek sakındırmak (te'dîb):
Bağlayıcı, farz ve zarûrî olmadığı halde, iyi, güzel uygun olan davranış ve ibâdetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler kullanıldığı gibi, bunların zıddı söz konusu olduğu zaman da caydırıcı, alıkoyucu, engelleyici ifadeler kullanılmıştır. Eğitimde bu üslûb ve ifade hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Müctehid, bu ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle olmadığını diğer delil ve karîneleri değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir. Meselâ Peygamberimiz (sav), namazı evlerinde kılıp cemâate gelmeyenler hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, emredeyim odun toplansın, sonra söyleyeyim ezan okunsun, sonra birisine emredeyim cemâate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evlerinde kalan adamların yanlarına varayım ve onlar içeride iken evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim ki onların her biri yağlı bir kemik, yahut iyisinden iki ayak (paça) bulacağını bilse hemen yatsı namazına gelirdi!"43 Şüphe yok ki Allah Resûlü (sav), cemâate gelmeyenlerin evlerini yakacak değildir, ayrıca "yağlı kemik..." gibi sözleri nâdiren söylemektedir; burada maksat, cemâatle namazın önemini anlatmak ve cemâate gelmeme âdetini ortadan kaldırmak, müslümanların cemâat sevabından ve bereketinden istifade etmelerini sağlamaktır. Peygamberimiz (sav) yine bu maksatla "şöyle şöyle yapmayan iman etmiş olmaz" ifadesini çeşitli konular için kullanmıştır. Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!" "Kim, yâ Resûlullah?" diye sorarlar, devam eder: "Komşusu, kötülüklerinden güvende olmayan kimse."44 Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin deliller ile bilinmektedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırmak ve bu gibi davranışların mü'minlere yakışmadığını etkili bir şekilde ortaya koymaktır.

12. Örneklik ile ilgisi olmayan tabiî, beşerî davranışları:
Peygamberimiz (sav) bir insan olduğu, her insanda bulunan normal vasıfları, ihtiyaç ve temâyülleri bulunduğu için bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiîdir. Günah ve yasak çerçevesine girmemek şartıyla gerek dinî hayatında ve gerekse dünya işlerinde, günlük hayatında bu kabil davranışlarda bulunmuş, ümmetini de bu konularda serbest bırakmıştır. Yeme, içme, yatma, yürüme, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek olarak zikredilebilir. Tamamen müsbet ilmin, tekniğin ve teknolojinin konusu olan dünya işleri de böyledir; O'nun bu konulardaki sözleri şahsî görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir. Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, hurma ağaçlarının tozlaştırılması konusundaki reyi ve bunun sonucu ile ilgili örneklere daha önce yer verilmişti. Namazda secdeye giderken Resûlullah (sav) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böyle yapılmasını buyurmuştur.45
Mâlik ve Evzâî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin konması gerektiği şeklindeki görüşlerine, "Peygamberimiz (sav) yaşlandığı zaman, önce dizlerini yere koymakta güçlük çektiği için böyle yapmıştır, sünnet olan önce dizleri koymaktır" şeklinde cevap verilmiştir. İşte bu önce ellerin konması, ibâdet içinde de olsa, beşeriyet icabı bir davranıştır. Peygamberimiz (sav) Vedâ Haccında, Vedâ Tavafından önceki gün, Mekke ile Mina arasıdaki Abtah düzlüğünde konaklamış, burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı halkı uyandırmış ve Vedâ Tavâfı için Mekke'ye gelmiştir. İbn Ömer bu düzlükte konaklama, namaz ve istirahatı sünnet (tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış ve ömrü boyu buna riâyet etmiştir. Hz. Âişe ise şöyle demektedir: "Bu konaklama sünnet değildir, Peygamberimiz (sav) bunu halka kolaylık olsun (burası müsait olduğu için rahatça toplanıp hazırlıklarını yaparak vedâ tavâfına gidebilsinler) diye yapmıştır, isteyen burada konaklar, istemeyen konaklamaz."46
Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp istirahat etmesi de aynı şekilde farklı değerlendirilmiş bazıları bunu sünnet telakki ederken bazıları beşerî, tabiî bir olay olarak yorumlamışlardır. Hz. Meymûne'nin evinde Resûlullah'ın (sav) sofrasına kızartılmış çöl keleri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada bunun keler olduğunu söylediler ve elini geri çekti, "bu haram mıdır?" diye sorulunca "hayır, fakat bu bizim memleketimizde yoktur, ondan hoşlanmıyorum" dedi. Hadîsi rivâyet eden Hâlid b. Velid diyor ki: "Bunun üzerine Resûlullah'ın (sav) gözü önünde keleri önüme çekip yedim."47 Hâlid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygamber'in (sav) keleri yememesini bundan hoşlanmamasına, keler eti yemeye alışmadığı için bunu sevmemesine bağlamasına dayanmaktadır. Helâl olan bir şeyi sevip sevmemek beşerî, tabiî bir zevk ve tercih meselesidir.
Buraya kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sav) çeşitli sıfatlarla ortaya koyduğu, bağlayıcılık bakımından farklı hükümler ifade eden davranışlarını gördük. Şüphe yok ki O'nun asıl vazifesi ve Allah tarafından eğitilerek insanlığa gönderilmesinin sebebi peygamberliktir, tebliğdir ve rehberliktir; bu sebeple de davranışlarının çoğu bu sıfatına dayanmaktadır. Bunun en açık işareti de herkesin duyması için gayret sarfetmesi, herkesin gözü önünde uygulaması, buna uygun üslûblar kullanmasıdır. Ancak verilen ve çoğaltılması mümkün bulunan örnekler O'nun başka sıfatlarla ve bağlayıcı olmayan davranışlarda da bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu davranışlarının önemli işaretlerden biri herkesin duyması için gayret göstermemesi, uygulamada ısrar etmemesidir. Nitekim ebedî âleme intikalinden önceki hastalığında bazı tavsiyelerini yazmak üzere bir kâğıt istediği zaman yanında bulunan sahâbe konuyu tartışmış, bazıları "Allah'ın Kitabı'nın elde olduğunu, dinin tamamlandığının bildirildiğini, bu halinde Hz. Peygamber'i (sav) bunlarla rahatsız etme ve yormanın doğru olmayacağını" ileri sürerek kâğıt getirmeyelim demiş, bazıları ise getirmek istemişlerdi. Peygamberimiz (sav) tartışmayı keserek vazgeçtiğini bildirdi.48 Eğer bu isteği bir tebliğ olsaydı, peygamberlik görevinin gereği bulunsaydı, "güneşi sağ eline, ay'ı da sol eline verseler yine bu isteğinden vazgeçmezdi", ısrar eder ve vazifesini yerine getirirdi.



1. İSAV'ın hazırladığı "Peygamberimizin (sav) Aile Hayatı" seminerine tebliğ olarak hazırlanmıştır. Yıl: 1988.
2. İsrâ: 17/85.
3. Bakara: 2/151.
4. Cumu'a: 62/2.
5. İsrâ: 17/95.
6. Ahzâb: 33/21.
7. Buhârî, Salât, 31; Ahkâm 20.
8. Buhârî, Savm, 49; İ'tisâm, 5; Müslim, Sıyâm, 57-61.
9. Necm: 53/2-5.
10. Ebû Dâvûd, İlim, 3.
11. Enfâl: 8/67-68.
12. Buhârî, Salât, 31; Aynî, Umde, c. II, s. 310.
13. Ebû Dâvûd, Akdıye, 7; Azîmâbâdî, Avn, c. IX, s. 503 vd.
14. Müslim, Fedâil, 140-141.
15. Aliyyu'l-kârî şerhi, İst. 1309, c. II. s. 326-386; Krş. Şihâbuddin el-Hafâcî şerhi, İst. 1314, c. IV, s. 266-369.
16. Aliyyu'l-kârî şerhi, s. 327-328.
17. s. 352; âyet: Tahrîm; 66/1.
18. s. 366-68.
19. Aliyyu'l-kârî, Ş. Şifâ, c. II, s. 340.
20. Bkz. Aynî, c. II. s. 318; A. Naîm, tecrîd Tercüme ve şerhi, c. II, s. 346-353.
21. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, Kahire, 1959, c. XII, s. 473-477.
22. Ebû Dâvûd, Talâk, 19.
23. Buhârî, Buyû', 51.
24. Mekâsıdu'ş-şerî'ati'l-İslâmiyye, Tunus, 1978, s. 27-39.
25. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5.
26. Ebû Dâvûd, Menâsik, 87; Nesâî, Hacc, 224.
27. Ahmed, Müsned, c. VI, s. 307, 320; Buhârî, Ahkâm, 20, Hiyel, 15.
28. Buhârî, Buyû', 95; Nesâî, Kazâ, 31.
29. İbn Hacer, Feth, Kahire, 1959, c. XI, s. 435-440.
30. Buhârî, Humus, 18, Meğâzî, 54, Müslim, Cihad, 42.
31. Karâfî, İhkâm, s. 96-108.
32. Buhârî, İman, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40.
33. Buhârî, Sulh, 10, 14, Husûmât, 9; Müslim, Müsâkât, 20-21.
34. Buhârî, Şürb, 6, 7, 8; Müslim, Fedâil, 129.
35. Buhârî, Buyû', 73; Müslim, Itk, 8, 14.
36. Buhârî, Buyû', 85; Ebû Dâvûd, Buyû', 22.
37. Buhârî, Hîbe, 12; Müslim, Hibât, 9, 10, 17.
38. Müslim, Talâk, 36.
39. Buhârî, Libâs, 28, 36, 45; Müslim, Libâs, 2, 28, 31, 64.
40. Buhârî, Hars, 18.
41. Ahzâb: 33/28-29.
42. Buhârî, Zekât, 4, Müslim, Zekât, 31.
43. Buhârî, Ezân, 29, 34; Müslim, Mesâcid, 251-254.
44. Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73.
45. Ebû Dâvûd, Salât, 137).
46. Buhârî, Hacc, 148; Ebû Dâvûd, Menâsik, 86-87.
47. Buhârî, Zebâih, 33; Müslim, Sayd, 44.
48. Buhârî, İlim, 39; Müslim, Vasiyet, 22.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler