HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Yurtdışında Müslümanlar
İslâm ve Küfür Ülkelerinde Hükümler
Giriş:
Yazının başlığından ilk bakışta anlaşılana nisbetle daha geniş bir mevzûu ele almak istiyoruz: İslâm'da yurt (ülke) mefhumu, müslümanların dinî hayatları üzerinde ülkenin tesiri, müslümanlar ile gayr-i müslimler arasındaki çeşitli münasebetlerin İslâm yurdunda veya yurt dışında oluşuna göre farklı hükümleri...
Bir makale çerçeve ve ölçüsü içinde tetkik edeceğimiz bu mevzular hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler için faydalı olur düşüncesiyle bu giriş bölümünde bazı ön bilgiler sunmak istiyoruz.

1. Mevzûun Fıkıh ve Hukuk Sistematiğindeki Yeri
Herhangi bir ülkede aralarında teb'alık farkı bulunan şahıslar arasındaki hukukî münasebetleri bugün kanunlar ihtilafı diye de ifade edilen "Devletler Husûsî Hukuku" tanzim etmektedir. Devletler arasındaki harb, sulh ve tarafsızlık ilişkileri ile bu ilişkilerin doğurduğu hukukî neticeler de "Devletler Umûmi Hukuku" sâhasına girmektedir.
İslâm'da bu iki nevî münâsebetler "es-Siyer" adı verilen bir ilim dalında tetkik ve bu isim altında tanzim edilmiştir.84 Bize kadar intikal eden fıkıh kitaplarının en eskileri hicrî ikinci asrın başlarına (miladî sekizinci asrın ortalarına) kadar uzanmaktadır. Bunlardan itibaren zamanımıza kadar te'lif edilen hemen her fıkıh kitabına bu mevzûular, "siyer, cihâd" gibi başlıklar altında girmiş, müctehid imamlar devrinden itibaren (ikinci hicrî asrın başları) müstakil kitapların da muhtevasını teşkil etmiştir.85
Devletler Hukuku konusunda müslümanların dünya hukukuna tesirleri, müstakil ilim olarak ilk defa yine müslümanların ortaya koymuş bulunmaları, İslâm Devletler Hukuku'nun bugün bile Batı'da tam mânâsiyle erişilememiş seviyedeki yüce ve ileri prensiplerinin kısaca arzı dahi bir makaleye konu teşkil edebilir ve bizim mevzûumuzun dışında kalır.86

2. Yurt Mefhumu (Dâru'l-İslâm, Dâru'l-Harb):
İslâm'ın diğer millet ve devletlere bakışı; başka bir deyişle müslüman ve gayr-i müslim iki devlet arasındaki tabiî ve devamlı münasebetin harb mi, sulh mu, tarafsızlık mı olduğu öteden beri tartışılmıştır.
Bazı İslâm hukukçularına göre müslümanlar ancak müdafaa harbi yaparlar; savaş arizîdir, geçicidir; asıl münasebet sulh içinde yaşamaktır.87
Çoğunluğu teşkil eden diğer hukukçulara göre İslâm, "Adaleti tesis etmek, din yüzünden insanlara yapılan baskıyı kaldırmak ve İslâm'ın tebliğine imkân hazırlamak" maksadıyla bütün gayr-i müslim toplumlar ile savaş halindedir.88
Durum ne olursa olsun ortada bir İslâm cemiyeti ve devleti ile onun karşısında gayr-i müslim cemiyetler, devletler vardır. Bütün müslümanların tek câmia ve tek devlet olmaları -nazarî olarak- matlup ise de realitede Râşid Halifeler devrinden sonra dünya yüzünde birden fazla İslâm devleti bulunagelmiştir. Bir müslüman hangi İslâm devletinin teb'ası olursa olsun diğer İslâm devletlerinin de teb'ası, vatandaşı sayılmış, hak ve vazifelerde her müslümanın diğerine eşitliği -ittifakla- kabul edilmiştir.89
Müslüman câmialara ait olmayan devletlerin ülkesi ise -umûmiyetle- savaş ve küfür ülkesi (Dâru'l-Harb, Dâru'l-Küfr) olarak düşünülmüştür.
Bu umûmî tasniften sonra fıkıh bilginlerinin verdikleri tariflere geçebiliriz:

a) Dâru'l-İslâm:
İslâm ülkesinin tarifinde iki esastan hareket edilmiştir:
1) Hâkimiyet ve emniyet esası. Buna göre "müslümanların elinde bulunan, onların hâkim olduğu ve güvenlik içinde bulundukları ülke Dâru'l-İslâm'dır." Bu ülkenin vatandaşı müslümanlar ile gayr-i müslim'ler yani zimmilerdir. Ebû Hanife'nin anlayışı böyledir.
2) Hâkim düzen esası. Buna göre İslâmî düzenin hâkim olduğu ülkeye "Dâru'l-İslâm" denmiştir. Diğer bazı müctehidlerle beraber Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşü de bu esasa dayanmaktadır.90

b) Dâru'l-Harb:
Yukarıda geçen tarifler aynı zamanda dâru'l-harb mefhumuna da açıklık getirmektedir. "Müslümanların hâkim ve emin olmadıkları yahut da İslâmî düzenin yürümediği ülkeler" dârû'l-harb olarak telâkki edilmiş, vatandaşlarına da "harbî" denmiştir.
Bir ülkenin bu iki sıfattan birisini -değişerek- nasıl kazanacağı da tartışma konusu olmuştur.
Umûmiyetle benimsenen görüşe göre ülkede hâkim ve geçerli olan düzen (ahkâm) burada da ayırıcı bir rol oynamaktadır. Ebû Hanife ise ancak şu üç hal ve şartın birlikte bulunması ile İslâm ülkesinin harb ülkesi haline geleceğini ileri sürmüştür:
1) İslâmî olmayan ahkâmın hâkim olması.
2) Harb ülkesine bitişik (muttasıl) olması.
3) Müslümanlar ile zimmîlerin önceki güvenliği kaybetmeleri.91
Moğol istilasından sonra ortaya değişik bir durum çıkmış, "İstilâya uğrayan İslâm ülkesinde ezan, namaz, cuma gibi bazı İslâmî hükümler câri olursa bu ülkenin sıfatı ne olacaktır?" konusu fukahâyı meşgul etmiştir.
Beşinci asır Hanefi fukahâsından Abdülaziz el-Halvânî ile yedinci asrın yine Hanefi fukahâsından Muhammed b. Ahmed el-Esbicâbî bu meseleyi ele almış ve şu neticeye varmışlardır. Önce İslâm ülkesi iken istilâya uğrayan ülkede bir kısım İslâmî ahkâm kaldıkça; yani İslâm kısmen de olsa yaşandıkça o ülke dâru'l-İslâm'dır.92
Bu önbilgilerden sonra esas mevzûumuza gelerek İslâm ülkesinde gayr-i müslimler ve yabancı ülkelerde müslümanların tâbî olacağı statüyü tetkik edebiliriz.
I- İslâm Ülkesinde Gayrimüslimler
İslâm ülkesinde gayr-i müslimleri hak ve mükellefiyet açısından üçe ayırmak gerekir: Zimmîler, Müste'menler, Harbîler.

A- Zimmîler:
Daha önce de işaret edildiği üzere zimmi: İslâm ülkesi vatandaşlığını talep etmiş ve bu talebi kabul edilmiş bulunan gayr-i müslimler ile bunların eş ve çocuklarıdır.
Zimmîler İslâm ülkesinde -prensip olarak- müslümanlar gibidir; aynı haklara sahiptirler. "Bizim leh ve aleyhimizde ne varsa onlar için de aynı şeyler vardır" ifadesi umûmiyetle benimsenmiştir. Hz. Ali'nin "Onlar mal ve canları bizimkiler gibi olsun diye zimmî olmuşlardır" ifadesi meşhurdur.93
Bu umûmi kaidenin bazı istisnaları vardır. Bu istisnalar onların dinî husûsiyetlerine dayanmaktadır. Misâl olarak zekât ve cihad ile mükellef olmadıklarını, buna mukabil cizye (bir nevi vergi) ödemeleri gerektiğini, devlet başkanı olamayacaklarını zikredebiliriz.94

B) Müste'menler:
Müste'men "emn ve emân" kökünden olup kendisine emân (güvenlik, emniyet) verilmiş, müste'min ise emân isteyen demektir. Istılâhi bakımdan "İslâm ülkesine izinli girmiş yabancılar" şeklinde anlamak mümkündür.
Yabancı bir gayr-i müslimin (harbî) İslâm ülkesine geçici olarak girebilmesini sağlayan bir sıfat ve statü şu şekillerde kazanılmaktadır:
1- Bir veya birkaç kişiye izin ve emân verilmekle. Bunu -devlet sakınca görmemişse- her müslüman verebilmektedir.
2- Büyük topluluklara emân verilmekle. Bunu ancak devlet verebilir.
3- "Muvâde'a, mu'âhede, musâleme ve muhâdene" kelimeleriyle ifade edilen "ateş-kes, sulh ve anlaşma" yoluyla.
4- Elçiler, tacirler gibi muayyen şahıslara mahsus olup örf ve teamüle dayanan emân ile.
5- Müste'menin aile ve çocuklarını içine alan ve eman verilen şahsı ailesiyle beraber mütâlaa etmeye dayanan eman ile.
Bir yabancı izin ve eman ile geçici olarak İslâm ülkesine girmek istediğinde bakılır: Maksadı İslâm'ı öğrenmek ve Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemek ise ona izin vermek ve bu imkânı sağlamak sonra da selâmetle avdetini temin etmek devletin vazifesidir.95
Bunun dışındaki maksadlarla girme talebine izin vermek takdire bağlı olup farz değildir.
Müste'menler de umûmiyetle -husûsi haklar bakımından- zimmîler gibidir.96


C- Harbîler:
İzinsiz olarak İslâm ülkesine giren yabancının (harbinin) mal ve can emniyeti yoktur.97

II- Yabancı Ülkede Müslümanlar
Yabancı ülkede müslümanlar ya savaş maksadıyla yahut da başka bir maksatla bulunurlar.

A- Savaş Halinde:
Bizim asıl mevzûumuz savaş dışı münasebetler olduğu için bu husûsu şöyle bir hülâsa içinde arzetmekle iktifa edeceğiz:
Harb mıntıkasında düşmanın mal ve can emniyetinden bahsedilemez. İşkence, imha, ızrar gibi gayr-i insanî düşünce ve maksadlar bahis mevzûu olmaksızın, zaferi kazanmak için gerekli her tedbire başvurmak tabiî ve meşrûdur.98
Savaş halinde ve düşmana karşı harekete rağmen ulvî ve insânî düşüncelerle bazı takyidler ve yasaklar konmuştur:
1- Muharip olmayanları öldürmek. Kadınlar, çocuklar, bizzat savaşa katılmayan hizmetçi ve köleler, keşişler, kendini ibadete vermiş kişiler, çok ihtiyarlamış kimseler, sakatlar, akıl hastaları... Bu yasağa dahildir.
2- Zulüm ve işkence ile öldürmek.
3- Harb esirlerini katletmek. Esirler harb suçu ile katledilmez; ancak zarûret halinde ve devletin yüksek menfâati bunu gerektirdiği zaman katledilebilir.
4- İnsan ve hayvanların uzuvlarını kesmek,
5- Hıyânet ve sözünde durmamak,
6- Lüzumsuz yere zirai mahsulleri imha etmek,
7- Hayvanları imha etmek,
8- Irza tecâvüz,
9- Rehinleri öldürmek,
10- Katliam,
11- Meşrû müdafaa hali müstesna olmak üzere ebeveyni ve akrabayı öldürmek.
12- Savaşa katılmayan çiftçi, esnaf vb. öldürmek,
13- Yakarak öldürmek,
14- Anlaşmaya aykırı hareket etmek.99

B- Savaş Dışında:
Müslümanlar savaşmak maksadı dışında da çeşitli sebeplerle yabancı ülkelerde yani dâru'l-harbde bulunabilirler.100
Bu durumda ibadet ve benzeri hususlarda İslâmî kaidelere tâbî ve bağlı olacakları hükmünde ittifak vardır.
Cezayı gerektiren bir suç-fiil işlendiği zaman -bu fiil şer'an memnû olmakla beraber- cezası yabancı ülkede verilir ve infaz edilir mi mevzûunda farklı görüşler vardır. Hemen işaret edelim ki burada bahis mevzûu olan ceza, müslümana veya gayr-i müslime karşı suç işleyen müslümana, yine müslümanların yani başkan, komutan, kadı vb. vereceği cezadır.
1- Ahmed b. Hanbel, Evzai ve İshâk'a göre şer'i ceza (had) İslâm ülkesine dönülmeden infaz edilemez.
2- Mâlik, Şâfiî, Ebû Sevr ve İbn el-Münzir'e göre ceza her yerde infaz edilir; buna ülke farkı engel olmaz. Ancak Şâfiî'ye göre komutan, devlet başkanı veya eyalet valisi değilse ceza onların bulunduğu yere gelinceye kadar tehir edilir.
3- Ebû Hanife'ye göre dâru'l-harbde işlenen suçun had ve kısası ne orada ne de dönünce infaz edilir.
Ebû Hanife'nin delili aklidir ve dâru'l-harbde İslâm devletinin hakimiyeti bulunmadığı esasına dayanır.
Diğer görüşler ise Kitab ve Sünnet'in umûmi, husûsi nasslarına dayanmaktadır. Ayrıca -bilhassa harb halinde- yurtdışında ceza infaz edilirse bunun zafer aleyhine bazı neticeler doğurabileceği, ceza görenin düşmana katılabileceği de gözönüne alınmıştır.101
Mâlî ve ticârî sahaya gelince, müslüman ve gayr-i müslim şahısları ayrı ayrı ele almak gerekecektir.
İki müslüman arasındaki münasebetlerin daima İslâm ahkam ve ahlâkına tâbî olacağı, bu mevzuda yurt farkının tesiri olmadığı husûsunda ittifak vardır. Bir müslüman ile gayr-i müslim; veyahut da harb ülkesinde müslüman olup orada oturan iki şahıs arasındaki malî münasebetlere gelince bazı görüş farkları ile karşılaşıyoruz.
1- İmam Ebû Hanife ve Muhammed'e göre bu şahıslar arasında meydana gelen batıl ve fasid tasarruflar mesela faizli alışveriş caizdir; ayrıca müslüman ve zimmî, harbîden borç aldığı veya gasbettiği malı ödemeyebilir; bu müslüman veya zimmî İslâm ülkesine dönse, mezkûr harbî de müste'men olarak gelse ve malını talep etse hâkim harbî lehine hükmetmez. Ancak müfti, harbî lehine fetvâ verir.
Bu iki imamın delili: -riba hakkında- Mekhûl'un rivâyet ettiği bir mürsel hadîs ile "harb ülkesinde müslümanların velayet ve hakimiyetlerinin bulunmadığı" düşüncesidir.
2- Şâfiî, Mâlik, Evzâî, Ebû Yûsuf, İshak, Ahmed b. Hanbel gibi müctehidlere göre dâru'l-harbde ve harbî ile de olsa müslüman için bu gibi muamele ve tasarruflar caiz değildir. Sirkat, gasp, borcu ödememe gibi durumlarda harbî, İslâm ülkesine gelir ve hakkını talep ederse hakim onun lehine hükmeder.

Bu görüşlerin delilleri:
a) Kitab ve Sünnet emir ve yasaklarını, helâl ve haram hükümlerini -zarûret hali dışında- bir şeyle takyid etmemiş, bir şarta bağlamamıştır.
b) Bir müslüman yabancı ülkeye harb ederek girmediğine göre, ya şahsına yahut mensup bulunduğu camiaya verilmiş bir emandan ve giriş izninden istifade etmiş demektir. Bu izinde, ya teâmül halinde yahut da sözlü olarak, toprağına girdiği ülke vatandaşına zarar vermemek... vardır. Birçok âyet ve hadîs müslümanların verdikleri söze riayet etmelerini, emanete hıyanet etmemelerini ve zulme sapmamalarını emretmektedir.
c) Hz. Peygamber (sav) Hudeybiye ve benzeri andlaşmalarında, gayr-i müslimlere verdiği sözde durmuş, onlar bozmadıkça ahdini bozmamıştır.
d) Dâru'l-harb sakinlerinin malı müslümanlara her zaman değil, ancak harb halinde helâldir. İzin eman, anlaşma hallerinde karşılıklı mal ve can emniyeti vardır.
Bu görüşün sahipleri ilk görüşün delillerini de şöyle çürütüyorlar:
a) Mekûl'ün rivâyet ettiği "müslümanlarla dâru'l-harb sakinleri arasında riba yoktur" hadîsi sağlam kaynaklarda yoktur, rivâyet mürseldir, delaleti de kesin değildir. "Riba yasaktır" manasına da gelebilir:
b) Dâru'l-harbde velayet, sulta ve selahiyet yoksa da İslâm yurdunda vardır. Burada hak talep edilince hakimin harbî lehine hükmetmesi mümkündür.
Bu deliller mukabele edilince Ebû Yûsuf'un "müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar İslâmî ahkâm ile bağlıdırlar" şeklinde ifade ettiği görüşün daha isabetli ve sağlam olduğu anlaşılmaktadır.102
Netice:
İslâm Devletler Hukuku müellifleri, Batı'ya tekaddüm ve tesir eden eserlerinde ülke, vatandaşlık ve kanunlar ihtilafı mevzûunu da ele almış, tetkik etmiş, orijinal görüş ve mütalâalar serdetmişlerdir. Bu cümleden olarak ülke mefhumunu tetkik ederken İslâm ve harb ülkeleri taksiminde birleşmiş, bunların tarifinde bazı küçük farklar getirmişlerdir. Ayrıca İslâm ülkesinin hangi hallerde harb ülkesi haline geleceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Umûmi meyil şüpheli olan yerlerde -ihtiyaten- İslâm ülkesi hükmünü benimseme istikametindedir.
İki müslüman arasındaki her nevi münasebet ve muameleye ülke farkının tesir etmeyeceği, nerede bulunursa bulunsunlar müslümanların, dinin emir ve yasaklarına riayet etmeleri gerektiği hükmünde ittifak vardır.103
Harb ülkesinde müslüman veya zimmî ile harbî yani harb ülkesi vatandaşı arasındaki muâmele ve tasarrufların fasid ve batıl olanlarının da caiz olabileceği şeklindeki ictihad, cumhuru teşkil eden muhaliflerin ictihad ve delilleri karşısında zayıf kalmıştır. İslâmî mevzuatın lafız ve ruhu da her hâlükârda hukuka riayet, ahde vefa ve adaleti gerekli kılmaktadır. Ayrıca elde edilen malın hükmü (helâl olup olmadığı, bir yana, müslümanın kiminle olursa olsun faizli muamele yapması, kumar oynaması, gasıp fiili işlemesi... caiz değildir, bu tasarruflara kimsenin "caiz" demesi düşünülemez.



84. Prof. A. Abdülkerim Zeydân, "eş-Şeriatü'l-İslâmiyye ve'l-kânûnu'd-devliy..." Mecelletü'l-külliye, Bağdâd, 1970, s. 74 vd.; Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm'da Devlet İdaresi, İst., 1963, s. 19 vd.
85. Prof. Zeydân, age., s. 137; Prof. M. Hamîdullah, "Hukuku'd-düvel-fi'l-İslâm", Takdîmu kitâbi-ahkâmî-ehli'z-zimme, Dimaşk, 1961, s. 75, 83.
86. Bu mevzular için bkz. Prof. M. Hamîdullah, age., s. 56-57, adı geçen takdim yazısı, s. 75, 83; Prof. Zeydân, age., s. 137 vd.; A. Mansur, eş-Şerîatü'l-İslâmiyye ve'l-kânûnu'd-devliyyu'l-amm, Mısır, 1962, s. 21, 28-48.
87. Bu görüşün savunması için bkz. A. Mansûr, age., s. 298 vd.
88. Bkz. Prof. Zeydân, age., s. 51 vd.; Prof. Hamîdullah, age., s. 67, 71, 135.
89. İbn Teymiyye, el-Fetâvâ ve'l-ihtâyârât, c. IV, s. 185.
90. Serahsî, Şerhu's-siyer, Hind 1330, c. III, s. 81; Kâsânî, Bedâyi'u's-sanâyi, Mısır, 1910, c. VII, s. 130 vd.; Prof. Zeydân, Ahkâmu'z-zimiyyîn, Dimaşk, 1961, s. 365, 475; Prof. M. Hamîdullah, age., s. 103.
91. Kâsânî, age., c. VII, s. 130; Prof. Zeydân, age., s. 20-21.
92. Prof. Zeydân, age., s. 21; Prof. M. Ferâc es-Senhûrî, el-İcrâatü'l-kadâiyye, Kahire, 1942, s. 39-40; H. Karaman, Günlük Hayatımızda Haramlar Helaller, (giriş bölümü).
93. Kâsânî, age, c. VII, s. 111.
94. Tefsilât için Prof. Zeydân ve Prof. Hamîdullah ile İbn Kayyim'in adı geçen kitabına, bizim Mukayeseli İslâm Hukuku'nun 3. cildine bakınız.
95. Tevbe; 6.
96. Prof. Zeydân, age., s. 76-136.
97. Prof. Hamîdullah, age., s. 104.
98. Bazı kayıtlar ve tafsilât için bkz. Prof. Hamîdullah, age., s. 181-186.
99. Prof. Hamîdullah, age., s. 166 vd.
100. Gayrimüslimlerin ülkesine umûmiyetle "dâru'l-harb" dendiği için burada aynı tâbir kullanılmıştır. Arada fiilî harb olmadığına, eman ve anlaşma bulunduğuna göre buraya "sulh, eman, ahd ülkesi" de denebilir.
101. Tafsilât için bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, 1969, c. IX, s. 308 vd. Kâsânî, age., c. VII, s. 131; H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. III, s. 328 vd.
102. Serahsî, el-Mebsût, c. X, s. 95. Kâsânî, Ebû Yûsuf bu görüşünü şöyle ifade etmiştir: "Müslümanlar için dâru'l-harbde de ancak daru'l-İslâm'da caiz olan şeyler caizdir." Bu münakaşalar ve deliller için bkz. Kâsânî, age., c. VII, s. 131-132; İbn Kudâme, age., c. IV, s. 32; c. IX, s. 308; Prof. Zeydân, age., s. 560 vd.; Prof. Hamîdullah, age., s. 94 vd.; H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. III, s. 409, 413 vd.
103 Ebû Hanife, dâru'l-harbde müslüman olup İslâm ülkesine göçmemiş bulunan müslümanın orada, bir başka müslüman ile faizli akit vb. yapabileceğini ileri sürmüş ve "çünkü böyle bir müslümanın malı telef edilse tazmine hükmedilmez, faiz almak da telef sayılır" demiştir. Ancak Ebû Hanife'nin bu ictihadı, talebelerince dahi desteklenmemiştir.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler