İslâm ve Politika Yolların Ayrılış Noktasında İslâm kitabında mevcut bulunmayan bu broşür, tarafımızdan okuyucuya kolaylık olması amacıyla buraya eklenmiş, Fransızca ve arapça tercümeleri karşılaştırılarak çevrilmiştir. Çeviren Bugünkü Garb'ın psikolojik muhîtinde -hangisi olursa olsun- dînin siyâsî hayata girmesinin, onun tabiatına aykırı olduğu şüphesiz bir bedâhet olarak kabul edilmiştir. Lâiklik (sécularisation) otomatik olarak ve birbirinden ayrılmaz bir şekilde terakki ve ilericiliğe bağlanırken, dînin gölge ve tesiri altında ele alınan her siyâsî tatbikat da düşünmeksizin ve peşin bir hüküm hâlinde gericilik olarak reddedilmiştir. Doğrudan doğruya Garb'ı ilgilendiren ve ona mahsus bulunan hiçbir tarafında bu münâkaşanın içine girmek ve bir taraf tutmak niyetinde değilim. Yalnız bu makalede, dîni siyasetten ayırma prensibinin -Garb'ın içtimâî ve siyâsî zaruretlerine uysun uymasın- İslâm bünyesinde ve İslâm âleminde bir dayanağı olmadığını açıklamaya çalışacağım. Önümüze çıkan problem, birçok Müslümanın istediği gibi dîni siyâsete sokma işinin, Arab görüş noktasından makbûl olup olmadığını tayin etmek değildir. Asıl problem, bu meylin (tendance) târihî ve fikrî (ideolojik) meşrûiyet temellerinin bulunup bulunmadığıdır. Bir çözüme varabilmek için aşağıdaki soruyu, daha doğrusu soruları vazetmek gerekiyor: 1. İslâm dîni, Müslümanlar için içtimâî ve siyâsî bir vaziyet (attitude) tayin etmiş ve bunu onlardan taleb etmiş midir? Bundan maksat, bütün dînî kıymetlere şâmil mefhumlar içinde, Müslümanların toplu halde siyâsî hayatlarında takip edecekleri muayyen yola ait bir mefhum var mıdır? Yoksa İslâm bu vaziyet ve hareket tarzını her Müslümanın -teker teker- irade ve isteğine mi bırakmıştır? 2. İslâm'ın siyâsî ve içtimâî talîmatı, yirminci asrın şartları içinde Müslümanların tatbik ve takib edebilecekleri fi'lî bir siyâsî usûl ve yola temel teşkil edebilecek kadar sağlam ve kabiliyetli midir? 3. Bu sorulara müsbet cevap verildiğini kabul ettiğimiz takdirde, bugünkü Müslümanların inançları onlara, bu inançların gerekli kıldığı istikamette olanca güçlerini sarfettirecek kadar canlı ve kuvvetli midir? Bu sorulardan üçüncüsüne açık bir cevap verebilmek için muâsır İslâm âlemindeki fikrî, siyâsî ve hissî durumu iyi takdir etmek, bundan sonra da müstakbel gelişmeler hakkında sağlam bir kehanette bulunmak gerekiyor. Bu takdir ve tahmin ise şu makalemizin sınırlarını çok aşmaktadır. Bu sebeple şimdi burada bunlardan bahsetmek niyetinde değilim. Bununla beraber şunu söyleyebilirim: Müslümanların arasında bir Müslüman olarak yaşadığım kırk yıl esnâsında şu kanâatım durmadan kuvvet kazanmıştır: İslâm bugün de milyonlarca insana, milletlerin kaderini değiştirebilecek fikrî ve rûhî kuvveti verebilecek kadar kudretli, canlı ve büyüktür. Bu şahsî kanâatim son yıllarda târihî bir isbata da vasıl olmuştur: Pakistan'ın kuruluşu. Bu Müslüman devlet ırk, hattâ kültür birliği üzerine değil, tek başına ideoloji (İslâm) birliği üzerine kurulmuştur. Bu, haddi zatında Pakistan milletinin, İslâmın umûmî ve nazarî görüşüne siyâsî bir kuruluşta tatbik zemini hazırlama arzularını gösterir. Pakistan'ın bu vazifesini ne dereceye kadar başarabileceğini, bu hususta ileri sürülen takdir hükümlerinden hangilerinin, kaçındığım tahmin ve kehânet grubuna girdiğini sadece istikbal tayin edecektir. Bu sebeple şimdilik yalnız ileri sürdüğüm diğer iki soruyu açıklama teşebbüsünde bulunacağım: 1. İslâm gerçekten insanın bir taraftan inançları, diğer taraftan da içtimâî faâliyetleri arasındaki karşılıklı tesir ve gelişmeyi temin edebiliyor mu? 2. İslâm hukuku hakikaten üzerine modern bir devletin kurulabileceği vâzıh ve sağlam temellere sahip midir? İslâm tarihini karakterize eden "dinle siyaset arasındaki sıkı alâka", bir Garblı için gariptir. Çünkü o uzun zamandan beri iman meselesiyle amelî hayatı birbirinden tamamen ayrı iki âlem olarak düşünmeye alışmıştır. Ayrıca şu meseleye hususî bir dikkat gösterilmedikçe İslâmı doğru anlamaya imkân yoktur: Her şeyden önce bilmek gerekir ki İslâm insanın, yalnız Allah'ıyle olan münasebetine tesir ve bunu idareyi kendisine hedef olarak almamış, bunun yanında insanların kendi aralarındaki alâka ve münasebetleri de idare etmeyi -birincisi kadar ehemmiyetle- hedef edinmiştir. Tabiî hayatın her cihetinin ilâhî iradeye bağlı bulunduğu, bu sebeple bütün faâliyetlerin kendilerine mahsus birer manevî kıymet hükmüne sahip olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'in elçiliğinin yalnız ferdin rûhî hayatına münhasır olmayıp ferdî ve içtimâî bütün faâliyetlerini kaplamış olduğu... itikadından hareket edilince bu itikad ve görüş din ile dünya hayatını birbirinden ayırmaya, Allah ile Sezar'ın haklarını yekdiğerinden tefrik eylemeye mâni oluyor. Kur'ân-ı Kerîm'e göre her gerçek îmanın hedefi ferd ve cemiyetin davranışına tesirdir. Öyle ki hak ve fazîlet ideali, cemiyet ahlâkında -kanunda, siyâsî ve içtimâî müesseselerinde- en kâmil manâsıyle tefsir ve temsil edilmiş olmalıdır. DİN VE İÇTİMÂÎ NİZAM Şüphesiz İslâm da -Hıristiyanlıkta olduğu gibi- nihâî dâvet ve hitabını "cemiyet" dediğimiz insan topluluklarına değil, ferde yöneltmiştir. Bununla beraber İslâm, insanın sosyal muhîti ile alâkasını da önemli bir vâkıa olarak gözönüne almıştır. İnsan boş ve yalnız yaşayamaz. Rûhen gelişmek ve kendisine has kabiliyetlerden en iyi bir şekilde istifade edebilmek için benzerlerinin ona yardım etmeleri ve onu korumaları gerekmektedir. Kezâ aynı cemiyete mensup ferdler arasındaki münâsebetler ile ferdin içinde yaşadığı cemiyetin haricî şeklinin, onun rûhî gelişmesi üzerinde direkt tesiri vardır. İnsandan istenen rûhî istikamet ve fazîletin tahakkuku için de içtimâî kanunlara zarûrî olarak ihtiyaç vardır. İşte bu sebeplerle İslâm, sınırları vâzıh prensipler, içtimâî, iktisâdî, nizamlar vazediyor; bu sâyede cemiyetin bütün ferdleri için fırsat eşitliği ile zayıfların kuvvetliler tarafından istismar edilmemesi gâyelerini temin ediyor. Ferdî mülkiyet hakkı hem içtimâî bir zarûrettir hem de ahlâk nokta-i nazarından meşrû görülmektedir. Ancak bu prensibin tatbikatında sakınılması gereken hususlar vardır: Kur'ân-ı Kerîm açıkça şunu ifade ve tesbit eyliyor: Mülk'ün dönüp dolaşıp avdet edeceği asıl sahibi Allah'tır. İnsan -yeryüzünde Allah'ın halîfesi- olması dolayısiyle ve bu vasfıyle mülkten ancak faydalanma hakkına sahiptir; bu hakkı kullanırken de bütün cemiyetin fayda ve maslahatını gözetmek mecbûriyetindedir. Buna bağlı olarak İslâm büyük servetlerin, belli kişiler elinde toplanmasını teşvik etmiyor. Nitekim apaçık kaideleri, meşrû yollardan kazanılmış ferdî servetlerden bütün cemiyetin faydalanması gerektiğini teyid ediyor. Bu kaide ve hükümlerden birisi, iktisâd ilminde benzeri bulunmayan bir vergi getiriyor. Bu sebeple onun üzerinde itina ile durmamız gerekiyor: Zekât ismi verilen mecburî dîni vergiye kısaca işâret etmek istiyorum. Bu İslâmî hükûmetin toplamaya mecbur bulunduğu, sâbit bir yüzde ile sermayeye bağlı ve devamlı bir vergidir. Sonra her terikenin, ölünün yalnız oğulları arasında değil, bütün akrabaları arasında taksim edilme mecburiyetine de işaret etmek istiyorum. Terike, ölünün zevcesi -veya zevceleri, ana-babası, erkek ve kız kardeşleri- arasında da taksim edilmekte, yalnız evlâdına tahsis edilmemektedir. Bunlardan başka bir de şu kaide ve yasaklara işaret etmek arzusundayım: a) Ödünç verilmiş paradan -ne kadar az olursa olsun- bir fayda ve gelir alıp vermek kat'î olarak haramdır. b) Her nevi kumar haram kılınmıştır. c) Alış-veriş akdinden günlerce sonra malların teslimiyle yürütülen ticârî spekülasyon da bu harama dahildir. d) Fiatlarına tesir etmek gayesiyle piyasaya sürülen malları toplamak ve ihtikâr yapmak yasaktır. e) İslâm işverenin, işçilerin hisseleri nisbetinde, işten hasıl olan kârdan faydalanmalarına imkân vermesini istemiştir. f) Şu prensibi vazetmiştir: Bütün arâzî Allah'a aittir. Buna bağlı olarak insan, bizzat zirâat yapmak veya işletmek şartıyle arâzinin gelirinden faydalanma hakkına sâhiptir. Bu son kaide dikkat ve ciddiyetle yürütülürse -kooperatif gayretlerle olanlar müstesnâ- bütün büyük toprak mülkiyetlerini otomatik olarak ortadan kaldıracak, tembel mâlikin, kendi emeğiyle kazanmaksızın başkalarının sırtından gelir temin etmesi demek olan (toprak) icar ve kira sistemini de makbul ve meşrû olmayan bir iş sayacaktır. "Bu son prensip dikkat ve ciddiyetle tatbik edilirse" dedim; çünkü asırlar boyu birçok Müslümanın bu kaideye aykırı hareket edegeldiği açıkça malûm olduğu gibi, Müslüman memleketlerin çoğunda hüküm süren iktisâdî za'f, mülk arâzinin muayyen ellerde toplanmasını, bunun sonucu olarak da azınlığın, çoğunluğu sömürmesini intac eylemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki biz burada bugünün veya dünün Müslümanlarının, bazı İslâmî kaidelere aykırı davranışlarını değil, bizzat İslâm hukukunun hüküm ve kaidelerini bahis mevzûu ediyoruz. Milyonlarca Müslümanın, İslâm rûh ve prensiplerinin hâkim olacağı bir cemiyet inşâ etme hususundaki arzuları; onların kusurlarını hissettiklerine ve uzun zamandan beri içine düşmüş bulundukları dînî ve içtimâî tedennî çukurundan çıkma endişesi içinde bulunduklarına en açık şâhid ve delildir. Şüphesiz İslâm'ın ileri sürdüğü nizam gibi bir nizam yalnız ahlâkî nasihatlerle yaşayamaz. Mümeyyiz vasfı olan realizmiyle İslâm, insanın yalnız yüksek kabiliyyetlerini değil, onun tabiî olan za'f noktalarını da hesaba katmıştır. Bunun için içtimâî durumu -Rasûlullah'ın risâletinde esasları genişçe belirtildiği gibi- muhâfaza mesûliyetini üzerine alan siyasî bir vasıta meydana getirilmesini şart koşar; başka bir tabirle gerçek bir İslâm devletinin var olmasını, içtimâî nizâmın varlık ve muhâfazası için zarûrî telâkki eder. İSLÂM KANUNU (ŞERİAT) Şimdi de İslâm kanunlarının, İslâm devletinin şekil ve vazifeleri hakkında neler söylediğini ele almamız gerekiyor. Bahse girmeden önce "İslâm kanunu" tâbirini hangi manâda kullandığımı birkaç kelime ile anlatmak isterim: Bu tâbiri şu dar manâda kullanıyorum: "Kur'ân'da ve Rasûlullah (s.a.)'in salih sünnetinde toplamış ve açıkça ifade edilmiş bulunan talîmat; yani "şunu yap", "bunu yapma", "şu iyidir ve yapılmalıdır", "bu kötüdür, ondan kaçınmak gerekir"... gibi kanun şeklinde ifade edilmiş emirler. İslâm kanunu ifadesinin mânâsını bu şekilde daraltmak hususunda birçok Müslümanın bana katılmıyacaklarını da iyi biliyorum. Onların çoğuna göre İslâm kanunu (şerîat), Kur'ân-ı Kerîm ile Rasûlullah'ın sünnetinin ihtivâ ettiği açık ve sâbit emirlerden ibaret değildir. İslâm kanunu bunlarla beraber, İslâmın ilk üç, dört asrında yaşayan büyük âlimlerin meydana getirdikleri çeşitli ictihadlarla elde edilen fıkıh hükümlerini de içine almaktadır. Aslında bu fıkıh hükümleri, Kur'ân-ı Kerîm'in hukuk prensiplerinin, husûsî bazı hukûkî durum ve mes'elelere tatbikini kolaylaştırmak için vaz'edilmişti. Fakat zamanla kendilerine mahsus yarı mukaddes birer itibar kazandılar ve Müslümanların çoğu onlara İslâm şerîatının tamamlayıcı parçaları gibi bakmaya başladılar. Bu görüşü müdâfaa için şunu da söylemişlerdir: "Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlüllah'ın sünnetindeki sâbit ve fi'lî emirler, imkân dahilinde bulunan bütün hukûkî durum ve mes'eleleri içine alamaz; buna bağlı olarak, istinbat ve ictihad yoluyla kanunlar külliyâtını genişletmek zarûridir." Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet'in bu keyfî genişletme işini meşrû gösteren en küçük bir işârette bulunmadığı bir tarafa, geçen asırlarda bir çok İslâm âliminin verdiği şu cevapla bu görüşü reddetmek mümkündür: Mevsûk ve muteber olan aslî İslâm kanununun bu dar hudûda, hâşâ kanun vâzıı Allah'ın unutmasından değil, aksine hukûkî ve içtimâî katılığa, donmaya karşı bir tedbir olarak uygun görülmüştür. Başka bir ifade ile Allah, -naslara müstenid- İslâm kanununun, imkân dahilinde bulunan hukûkî hâdiseleri içine almasını istememiştir. Şâri' (Allah) sadece umûmî hudûdu tesbit etmiş, İslâm cemiyetinin, içinde gelişmesi gereken ahlâkî çerçeveyi işâretlemiş; sayılamayacak kadar çok olan muhtemel kanûnî vaziyetler ortaya çıktıkça da, asrın ihtiyaçlarına, cemiyet hayatının değişen şartlarına göre ve mukaddes kanunun ışığı altında sonraki nesillere, uygun kararlar alma hürriyetini bahşetmiştir. Şunu da ilâve etmek isterim ki İslâm kanunu hakkındaki bu tasavvur ve anlayış yeni değildir. Birçok asırlar boyu, büyük İslâm hukukçularından bazıları buna benzer görüşler taşımış ve müdâfaa etmişlerdir. Asrımızda da bu görüşe meyleden mütefekkirlerin sayısı gittikçe artmaktadır. Bunlar da benim gibi, Kur'ân-ı Kerîm emirlerinin ve Resûlullah'ın talimatının, İslâmın sâbit kanunu olarak ilelebed tatbik edilmesi gerektiğine inanıyorlar. Bununla beraber Müslümanlar, bu dînî kanunun yanında, değişen ve değişmeye kabiliyeti bulunan dünyevî bir kanun1 geliştirmeye de teşvik ediliyorlar. Bu zamana bağlı kanun, mukaddes kanunun ruhuna bağlı olacak ve onun, asrın ihtiyaçlarına göre tatbikini de temin etmiş bulunacaktır. İslâm kanunu problemini bu zâviyeden düşününce iki önemli neticeye varmış oluyoruz: a) Dînî kanunu bu şekilde tasavvur etmek ona, mâzînin bize bırakmış olduğu diğer hiçbir kanunda olmayan bir elâstikiyet kazandırıyor. b) (Bu daha ziyâde İslâmî devlet mes'elesini ilgilendirir.) Böyle bir devletin şekliyle vazifeleri, tarihteki geçmişlerine benzemek zorunda değildir. Kendisine hakkıyle "İslâmî" denebilmek için herhangi bir hükûmetten istenen şudur: Hükûmet, kanunları ve faaliyetleriyle, Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde açıkça ifade edilmiş bulunan ve cemiyetin siyâsî hayatı üzerinde doğrudan doğruya müessir bulunan emirleri temsil edecek, başka bir deyişle kanun ve faaliyetleri bu emirleri ihtivâ ve tazammun eyleyecektir. Zaten bu kabil emirler son derecede az ve mahduttur. Bundan da önemlisi, mezkûr emir ve prensipler, her zamanın ihtiyaçlarına yahut her nevi hususî sosyal ve içtimâî zarûretlere cevap verebilecek en geniş imkân ve meydanı bahşetmektedir. İSLÂMÎ DEVLETİN ŞEKİL VE VAZİFELERİ "Allah'a, itâat edin, Resûle ve sizden olan idarecilere de itâat edin..." (Nisâ: 59) şeklindeki Kur'ân-ı Kerîm emri, hükûmet otoritesinin Kur'ân-ı Kerîm'den ve buna ilâveten Peygamber (s.a.)'in talimatından alınması, bunlara dayanması gerektiğini ifade etmektedir. Aynı emre göre idare selâhiyetinin Müslüman cemiyetin azâları elinde olması da gerekmektedir. Başka bir tâbirle İslâm devletinin başkanı ancak Müslüman olabilir. Bu şartı, İslâm devletinin dînî ve ideolojik vasfı gerektiriyor. Fakat bu hiçbir zaman, Müslüman olmayan azınlığın ikinci derecedeki vatandaşlar seviyesinde olması gerektiğini ifade etmez. Devlet başkanlığı mevkii müstesnâ bütün siyasî ve içtimâî hayat yolları, Müslüman vatandaşlara olduğu ölçüde gayri müslimlere de açıktır. Onlar da dînî, içtimâî ve kültürel menfaatleriyle alâkalı her nevi imtiyazdan -Müslümanlar gibi- faydalanmak hakkına mâliktirler. Yaşadıkları memleketin siyasî hayatına da, sayılarıyla mütenasip olarak katılabilirler. Bu bizi, gerçek İslâm anayasası bakımından çok önemli bir noktaya getiriyor: Bununla, Kur'ân-ı Kerîm'in "Ve onların işleri aralarında yaptıkları danışma ile yürür" (Şûrâ: 38) şeklinde ifade ettiği siyasî prensibi kasdediyorum. Devlet nizâmının şekli ne olursa olsun, milletin rızâsına dayanmadıkça ve onun irâdesini temsil etmedikçe idâreye "İslâmî" denilemez. Peygamber (s.a.)'in de birçok hadîslerinde ifade edilmiş bulunan bu Kur'an prensibine göre devletin teşrî ve icrâ selâhiyetlerinin seçim yoluyle tesis edilmesi icâb etmektedir. Bunu temsil eden hükûmetin nasıl seçileceği ve iktidar müddeti ise -hikmetli olarak- tâyin ve tesbit edilmemiştir. Böylece her asrın ihtiyaçlarıyla her cemiyetin hususî şekline intibak için mümkün olan en geniş meydan açık bırakılmıştır. Bununla beraber Peygamber (s.a.) şunu da beyan etmiştir: Kendisi için icrâî veya teşriî bir amme hizmeti taleb eden herkes, bu hizmetlere seçilebilme ehliyeti için gerekli bulunan vasıfları taşımak mecburiyetindedir. Bunun da hikmeti, eskiden olduğu gibi bugün de birçok modern devletin başına belâ olan profesyonel politikacı sınıfının ortaya çıkmasını önlemektir. Biraz önce şunu söylemiştim: Her İslâmî kanunun daima belkemiği olarak kalması gereken açık ve mahdûd İslâm şerîatının (Kitab ve sünnetin naslarında ifade edilen kanun vasfındaki hükümlerin) hiç temas etmediği veya umumî bir ifadeyle temas ettiği mes'eleleri karşılayabilmesi için devamlı olarak, değişme kabiliyyetindeki kanunlarla beslenmesi gereklidir. Seçimle iş başına gelen parlamento hey'etinin yapacağı kanunlar işte bu "günlük kanunlar" olacaktır. Fakat bu kanunlar çıkarılırken İslâmın temel kanunları üstün durumunu muhafaza edecek ve yürürlük kazanmak isteyen her kanun bunların lâfız ve rûhuna aykırı olmayacaktır. Başka bir ifadeyle İslâm devletinde gün ve zamana bağlı kanun vaz'ının vazifeleri şunlar olacaktır: 1. İslâm şerîatının tam mânâsıyla tatbik ve faaliyetine elverişli bir siyasî çerçeve hazırlamak. 2. Cemiyetin siyasî ve iktisadî menfaatlerini, içten ve dıştan gelecek taarruzlara karşı korumak. 3. Bir insanın elde edebileceği en geniş manevî ve iktisadî güvenlikten her vatandaşın istifade edebileceği bir ictimaî nizam tesis ve bunu muhfaza etmek. Rasûlullah (s.a.)'in "İlim tahsili erkek-kadın her Müslümana farzdır" düstûruna göre İslâm devletinin, mecburî ve parasız tahsil için gerekli bütün kolaylıkları temin etmesi icab eder. Peygamber (s.a.)'in, "Yanındaki komşusu aç iken kendisi doyan kişi Müslüman değildir"2 buyruklarına göre İslâm devleti, kelimenin en geniş mânâsıyla "bütün vatandaşların geçim yollarını temin"den doğrudan doğruya mes'uldür. Böylece ve yeni bir tâbirle İslâm devletinin bir velînimet ve sosyal refah devleti (état-bientfaiteur) olması gerekiyor ki bu devlette ferdin ictimaî ve iktisâdî menfaatleri bütün cemiyetin menfaatine tâbi ve bağlı bulunmaktadır. Buna rağmen İslâmî talimatın kâfi derecede açıkladığı gibi cemiyet ve amme menfaatlerinin de hâkimiyyeti sınırsız ve mutlak değildir. Kur'ân-ı Kerîm'in, insana ait işler için tesbit ettiği ahlâkî hudûd çerçevesi içinde, cemiyet menfaatinin ferdî menfaate göre sadece nisbî bir üstünlüğü vardır. Bunun tabiî neticesi olarak İslâm'ın cihanşümûl görüşü içinde "iyide, kötüde, hakta ve bâtılda ben memleketimi teyid ve tercih ederim" diyen prensibin yeri yoktur. Hattâ durum tamamen aksinedir. Rasûlullah (s.a.) çeşitli münâsebetlerle, "Kendi milletine zulümde dahi yardımcı olan kimse bizden değildir" buyurmuştur. Başka bir tâbirle, böyle hareket eden kimse kendisini İslâmdan dışarı çıkarmaktadır. Bu aynı zamanda her türlü millî taassubu ve daha ince bir ifade ile Peygamber (s.a.)'in şu açık ifadeleriyle mahkûm ettiği milliyetçiliği (nationalisme) de içine almaktadır:3 "Aşîretçilik (asabiyyet) yapan bizden değildir, aşîretçilik uğruna savaşan bizden değildir, bu uğurda ölen bizden değildir."4 Kısaca Kur'ân-ı Kerîm ve Peygamber (s.a.) hadîslerinin tasvir ettiği İslâm devletinin: a) İslâm inancına aykırı her şeyden uzak ve ideolojik, b) Bünyesinde ırk veya milliyet üstünlüğü duygusuna yer vermeyen, c) Yahut bu ikisinden birine bağlılığın en küçük bir rol bile oynamadığı, d) Cemiyetin bütün gayret ve faaliyetleri menfaatçilik hedefine (opportunisme) değil, ahlâkî kıymetlere yönelmiş bulunan... bir devlet olması gerekmektedir.5 TEOKRASİ NEDİR? Bir Batılı: "Bütün bunlar güzel, fakat İslâmî bir devlet kurma gayreti bizi teokrasiye götürmez mi?" diyebilir. Ben bir taraftan bu suali işitir gibi olurken diğer taraftan da bunun arkasındaki endîşeyi hisseder gibi oluyorum: Ortaçağ Avrupasının uzun mâzîsine bağlı bulunan hâtıraların endişesi... Bu farazî suâle cevabım "evet ve hayır" olacaktır. Teokrasiyi şu şekilde tasavvur edip anladığımız takdirde cevabım "evet"tir: Teokrasi bir cemiyet şeklidir. Onda bütün kanunlar, hattâ günlük olanları dahi son merci vasfıyle dînî prensip ve kaynaktan çıkar. Yâni bütün Müslümanların muhalefet edilmez kabul ettikleri Kur'ân emirlerinden neş'et eder. Diğer taraftan sual, İslâm teokrasisi ile Ortaçağ Avrupa'sındaki kilise idaresi arasında bir mukayeseyi ihtiva ediyorsa cevabım şüphesiz "hayır" olacaktır. Zira İslâmda, kiliseye benzer bir teşkilât yoktur. Mukaddes sırlar ve bu sırlara bağlı âyinleri yerine getirme vazifeleri gibi şeyler İslâmî talîmata çok uzaktır. İslâm cemiyeti gibi, aklı başında ve bulûğ çağına gelmiş her şahsın, her nevî dînî vazifeyi îfâ etme hakkı bulunan bir cemiyette ne papaya ne de papazlar heyetine ihtiyaç vardır. İslâm'da bunların yeri yoktur. Bu sebeple siyâsî nüfuz ve otoritenin, dînî rütbelerin eline düşme tehlikesi de bahis mevzûu değilidr. Böylece Batıda yaygın bulunan "dînî rejime" (teokrasiye) karşı itimatsızlık, İslâma tatbik edildiği zaman haklı ve isabetli olmaz. Bugün "İslâm devleti"nde temsil ettikleri yüce hedeflerinin tahakkuku için gayret gösteren birçok Müslümanın istediği, kendilerine, Allah'a olan imanlarını yalnız câmilerde değil, amelî ve içtimâî işlerinde de temsil etme imkânını baheden bir siyâsî teşkilâttan ibarettir. Bugün gayr-i insânî bir materyalizmin mütecâviz kuvvetine karşı rûhî iman kuvvetiyle mücâdele etme ihtiyacını derinden derine hisseden Batıyı, Müslümanların mezkûr fikirlerinin korkutacağını zannetmiyorum. Aksine kendi dinine samimî olarak iman eden her Hıristiyanın, ahlâkî prensiplere bağlı diğer bir dînî cemiyeti, Allah'a iman üzerine dayalı bir cemiyet ve devlet kurma gayesinde teşvik etmesi ve desteklemesi gerektiğine inanıyorum.
1. Bu mübhem tâbîri, daha iyisini bulamadığım için kullanıyorum (müellif). Broşürün Arapça mütercimi Abdullah Ebû İzzet, böyle bir kanuna "dünyevî - seculer" demenin uygun olmadığını, İslâmın ruhuna bağlı, kitap ve sünnetin naslarına uygun olması gereken bir kanunun yine dînî olacağını, buna dense dense "ârızî kanun" denebileceğini, bunun da Kur'ân'da, önce yürürlükte iken sonradan neshedilen kanunlara benzediğini ifade ediyor. (Mütercim) 2. Beyhakî İbnü Abbâs'tan rivâyet etmiştir. 3. Milliyetçilik terimi, târihi boyunca çeşitli mânâlarda kullanılagelmiştir. Bir müslümanın yurdunu ve -aynı dinde de olsa başka milletlere nisbetle dil, müşterek tarih ve an'ane gibi birden fazla ortak kültür unsuru yüzünden- milletini sevmesi, onu müdâfaa etmesi ve ilerlemesi için çalışması mânâsında bir milliyetçilik anlayışı İslâm'a aykırı değildir. Peygamberimizin mahkûm ettiği dâvâ haksızlık ve zulme götüren bir milliyetçilik dâvâsıdır. (Mütercim) 4. Ebû Dâvûd. 5. İslâm Devleti hakkında geniş bilgi için şu eserime bkz. The Principles of States and Government in Islâm, University of California Press, Berkeley, U.S.A. (1961). (Müellif)
Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.
|