HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Bir Müftünün 33 Sorusu

Orucun bozulması veyahut bozulmaması husûsunda iğneyle serum arasında fark var mıdır?
Meseleye bir şekil olarak, dış görünüşü itibarıyla, bir de mânâ ve maksadı bakımından yaklaşmak mümkündür. Dıştan bakıldığında "orucu ancak normal, tabîî deliklerden içeriye giren nesneler bozar" diyen müctehidlere göre iğne ile deriyi, adaleyi, damarı delerek içeriye verilen şey ister ilâç olsun, ister serum olsun orucu bozmaz; çünkü bu ictihad, içeri giren nesneye değil, girdiği yere bakmaktadır. Ancak iğne ile vücûduna bir şeyler alan kişinin maksadına baktığımız zaman hüküm değişir. Eğer maksat tedâvî ise oruç bozulmaz. Serumu almaktan maksat tedâvî değil de açlığı, susuzluğu gidermek, orucun eksilttiğini tamamlamak olursa, bu davranış oruç kavramına ters düşer. Giriş yoluna göre hüküm veren müçtehidler bakımından oruç bozulmaz dense bile, böyle bir davranışın caiz olduğu söylenemez.

Çocuk başkasının malını telef edince ve malı da olmayınca babasının veya velîsinin tazmini gerekir mi?
Çocuk başkasının malını telef edince bakılır: Bunu babasının veya velîsinin emrini yerine getirmek için yapmış olursa zararı yine kendi öder, fakat emreden baba, yahut velîye rucû hakkı vardır; yani ödediğini bunlardan alır. Baba ve velîsinin emri, dahli olmadan başkasının malını telef eden çocuk bu zararı kendi öder (zarar çocuğun malından ödenir). Eğer malı yoksa, ödeyecek malî güce kavuşması beklenir, o zamana kadar borçlu olarak kalır.64

Hayvanlar cereyanla nasıl kesiliyor. Türkiye'de cereyanla kesim yapılıyor mu ve cereyan ile kesimin hükmü nedir?
Hayvanı cereyanla kesmekten maksat, elektrik gücü ile çalışan bir makine ile kesim yapmaktır. Türkiye'de böyle bir kesim yapıldığını görmedim ve duymadım. Gittiğim bir-iki mezbahada hayvanların, elektrikle çalışan bir sistem yardımı ile ayaklarından askıya alındığını, makaralar vasıtasıyle hayvanın, elinde bıçak bir kanalın önünde bekleyen kasapların önüne geldiğini ve burada kasabın besmele çekerek bıçağı hayvanın boğazına çaldıklarını gördüm.
Eğer kesim için özel bir makina yapılır, bir veya daha fazla hayvan bu makinaya sokularak boğazları âlet tarafından kesilir ve ölmeleri sağlanırsa bakılır: Âleti kullanan müslüman veya kitap ehli olup, hayvanın kesilmesi gereken yerleri kesilmiş bulunursa sakınca yoktur; bu hayvanların etleri yenebilir. Düğmeye bir basışta, yahut şarteli bir indirişte birden fazla hayvanın kesilmiş olması sakıncalı değildir; hayvan avında da bir atışta birden fazla hayvanı vurmak mümkündür ve bunların yenmesinde mahzur yoktur.

Zekâtın fakirin evine bırakılmasıyle temlik meydana gelir mi?
Zekât olarak bırakılan bir malın üzerine bir yazı iliştirmek, yahut başka bir karîne ve işaret koyarak fakirin, bunun kendisine ait olduğunu ve istediği gibi kullanabileceğini anlatmak mümkün olursa evine bırakmak suretiyle de temlik (bırakılan şeyi fakire mâl etme) hasıl olur.

Telfîkı caiz görmeyenlere göre Şâfiî mezhebinden biri, Hanefî mezhebini abdestte taklit edince namazı da Hanefîye göre kılması gerekir mi?

Taklit, deliline bakmadan bir müctehidin ictihadı ile amel etmektir. İltizâm, bir müctehidin bütün ictihadlarını -bir bütün hâlinde- taklit etmeye karar vermek ve bunu uygulamaktır. İntikâl, bir mezhebi iltizam ettikten sonra, ya bütün olarak, yahut da bazı meselelerde ondan ayrılarak bir başka mezhebin hükmünü uygulamaktır. Bir veya birkaç meselede, bir mezhebe intikâl edince, o meselenin ait olduğu bütünde bu mezhebe uygun hareket edilirse telfik değil, intikâl gerçekleşmiş olur. Meselâ bir Şâfiî müslüman, kadına dokununca abdestin bozulmaması konusunda Hanefî mezhebine intikâl eder de, abdestin bütününde (diğer hükümlerinde de) Hanefî mezhebine uygun hareket ederse -meselâ bir yeri kanayınca abdestin bozulduğunu kabûl ederse- telfik değil, intikâl yapmış olur. Ancak bu misalde Hanefî mezhebine, abdestin bütününde uymaz, örnek olarak "kanamanın abdesti bozmaması bakımından Şâfiî mezhebini taklit ederse", bu iki taklidi bir abdest olayında gerçekleştirirse, telfik yapmış olur. Telfikı caiz görenlere göre bunda bir sakınca yoktur. Telfikı caiz görmeyenlere göre ise abdestin tamamında intikâl ettiği mezhebin ictihadlarına uygun hareket etmesi gerekir.
Telfik caizdir diyen fukahaya göre abdestte telfik yapan, namazını da eski mezhebinde veya kısmen intikâlde bulunarak, yahut da telfik yaparak kılabilir. Telfikı caiz görmeyenlere göre abdestte Hanefî mezhebini taklit eden Şâfiî, telfik değil de intikâl yapmış ise namazda da Hanefî mezhebine riâyet edecektir. Abdest alırken telfik yapmış olursa namaz kılamaz; çünkü bunlara göre abdesti yok sayılır.

Hanefî olan bir kişi hanımını üç talâk ile boşayınca başvurduğu Şâfiî bir müftünün, "velisiz kıyıldığından eski nikâhı nazar-ı dikkate almayarak" Şâfiî mezhebi üzerine yeniden nikâh kıyması caiz olur mu?
Caiz olmaz. Çünkü ehliyetli bir müctehidin ictihadı dinde mûteberdir, mezhebi haktır, farklı ictihadlarda bulunan iki müctehidden her biri diğerinin ictihadının hatâlı olduğunu söyleyebilir, fakat bu ictihad ile yapılan amelin, uygulamanın bâtıl, hükümsüz olduğunu söyleyemez. Allah Teâlâ müctehidlerin, isâbetli ictihadlarına iki ecir, hatâlı ictihadlarına da bir ecir vermekte, doğruyu bulmak için elinden geleni yapan müctehidi daha başka bir şey ile yükümlü kılmamakta, hatâlı da olsa ictihadıyla yaptığı ameli kabûl etmekte, ona uyan (mukallid, avâm) müslümanların amellerini de kabûl buyurmaktadır. Bu husûslarda ümmetin ittifâkı vardır. Durum böyle olunca, karısını üç kere boşadıktan sonra Şâfiî bir müftüye başvuran Hanefî şahsa, bu müftünün, "Hanefî mezhebine göre nikâhını kıydırırken karısının velîsinden izin almamış, yahut velînin nikâhı bizzat kıymamış.." olduğunu göz önüne alarak "senin nikâhın zaten yokmuş, siz evli değilmişsiniz ki, boşaman mûteber olsun" demesi ve yeniden nikâh kıymaya kalkışması, "Hanefî mezhebine göre kıyılan nikâhların hükmü yoktur" demek olur ki, bu icmâa aykırıdır, bunu demeye kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur. Ayrıca bunu kabûl etmek, mezkûr çiftin yıllarca nikahsız yaşadıklarını, nikâh bâtıl sayılırsa çocuklarının da neseblerinin sahih olmadığını kabûl etmek sonucunu doğurur ki, bunu düşünmek bile tüyler ürperticidir. Müslümanlar, geçim imkânsız hâle gelmedikçe boşama yoluna gitmemelidirler. Boşanma yoluna gitmişlerse müftüler, İslâm mezheblerinin tamamından istifâde ederek aile bağını kurtarmaya çalışmalıdırlar. Bunlar imkânsız hâle gelmiş, evlilik sona ermiş ise, hîle yollarına başvurmadan taraflara durumu bildirmek, bu tecrübelerin ışığında yeni ve sağlam aile bağlarını kurmalarını sağlamak gerekir.

Devletin paralı suyu ile sulanan ekinlerin zekâtı onda bir mi, yoksa yirmide bir midir?
Yağmur suyu ile değil de hayvan, tanker vb. ile çekerek, yahut para ile satın alarak sulanan ekinlerin zekâtı yirmide birdir.

Cuma saatinde elde edilen kazanç helâl midir?
Cuma saatinde, cuma namazı kılmakla yükümlü olan bir şahıs, namaza gitmez de iş veya ticaret yapar ve para kazanırsa bu para haramdır, bu kazancı kullanması caiz değildir, fakirlere dağıtması ve tevbe etmesi gerekir.

Zarûret olmadan faiz müessesesinde çalışanın kazancı helâl midir?
Böyle yerlerde çalışan kimselerin bir kısmı doğrudan doğruya faiz muâmelesi ile ilgili işleri yürütürler; kurumu idare ederler, reklam yaparlar, faizli akitleri düzenler ve yazarlar, şahit ve kefil olurlar, hesap ve bilânçolarını yaparlar.. Bu gibi işleri yapanların, başka bir yerde karınlarını doyuracak, önemli ihtiyaçlarını karşılayacak bir iş bulunca faizci kurumdan ayrılmaları gerekir. Bu gibi kurumlarda binâ yapmak, tâmir, temizlik, aşçılık vb. işleri görmek, binânın ve burada bulunan malvarlığının güvenliğini sağlamak (bekçilik yapmak) doğrudan faizcilik yapmak mahiyetinde değildir, bazı müctehidler bunları da caiz görmezler, ancak İmam Âzâm Ebû Hanîfe'nin ictihadına göre bu gibi hizmetlerin îfâsı caizdir.

Nâfile hacc yapmak mı, o nisbette sadaka vermek mi efdaldir?
İlâveli Mecmû'a-i Cedîde isimli "şeyhülislamların fetvâlarını ihtivâ eden" eserde şöyle bir fetvâ vardır: "Tatavvu'an haccetmekten sadaka vermek efdal olur mu? el-Cevab: Olur." Bu fetvâdan sonra kitapta, birçok fıkıh kitabından aynı mânâda cümleler nakledilmiş, sadakanın nâfile hacdan daha efdal olduğu ifade edilmiştir.65 Genel olarak bu fetvâya katılmak mümkündür. Ancak özel durumlarda farklı hükümlere varmak da gerekebilir. Meselâ nâfile hacc veya umrenin imanını, Allah ve Rasûlullah (s.a.v.) sevgisini, ibâdet alışkanlığını güçlendireceği umulan bir kimseyi bundan menetmemek, gitmesini teşvik etmek gerekebilir. Böyle bir kimse ileride Allah rızâsı için yapacağı tasaddukları ile kaybı telâfi edebilir. Ayrıca bu konuda, tatmin edici ölçüde yardımda bulunan kimseler ile, bunu yapmayıp nâfile hacca devam eden kimseleri de birbirinden ayırmak gerekir. Bir başka ölçü de, içinde yaşanılan toplumun ekonomik durumu olmalıdır; ortalama refahın oldukça yüksek ve yaygın olduğu toplumlarda yaşayan zenginler ile yoksulluğun yaygın, refah farklarının büyük olduğu toplumlarda yaşayan zenginleri de birbirinden ayrı tutmak lâzımdır. Bir de hacc ibâdetinde gittikçe artan izdihamı gözönüne almak ve ilk defa (farz) haccı yerine getirenlerin durumunu düşünmek gerekiyor.

Evin tetimmesindeki bağ ve bahçe hangi nitelikte olursa zekât lâzım gelir?
Bağ ve bahçe hangi nitelikte olursa olsun, satmak üzere alınmış; yani ticarî sermaye mâhiyetinde olmadıkça zekâta tâbî değildir. Bağ ve bahçede yetiştirilen sebze ve meyva ise, bir kısım müctehidlere göre hubûbat gibi zekâta tâbîdir.

Kişi hanımına, boşamak niyetiyle anam, bacımsın dese boşanır mı? "Şimdiden sonra anam, kızkardeşim ol" der de bununla boşamayı kastederse boş olur mu?
Bir kimse karısına "sen benim anam, bacım gibisin", yahut "sen benim anamsın, bacımsın" dese bakılır: Zıhâra (bir nevi yemine) niyet etmiş ise zıhâr sayılır ve keffâret gerekir (sırayla bir köle azad etmek, gücü yetmezse iki ay ara vermeden oruç tutmak, buna da gücü yetmezse altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmak), karısını boşamaya niyet etmiş ise karısı boş olur, yemin etmeyi kastetmiş olursa îlâ denilen yemin gerçekleşmiş olur (bunun keffâreti ya bir köle azâd etmek, ya on fakiri doyurmak, yahut da bu ikisine gücü yetmez ise üç gün peşi peşine oruç tutmaktır), bu sözlerle karısına olan saygı ve bağlılığını ifade etmek istemiş ise bunu ifade etmiş olur, başka bir şey gerekmez.66
Örneklerden anlaşılacağı üzere "şimdiden sonra, bundan böyle" gibi bir kayıt koymasa bile boşamaya niyet ettiği takdirde mezkûr ifadeler ile boşama durumu meydana gelmektedir.

Taklidi caiz görmeyenlere göre kişinin, nikâhta Hanefîyi, talâkta Şâf'iîyi taklit etmesi caiz midir?
Bu soruda birinci kelimenin "telfikı" olması gerekir. Çünkü taklidi caiz görmeyenler, Şâfiîyi de, Hanefîyi de herhangi bir meselede taklidi caiz görmezler. Ama "telfîkı caiz görmeyenlere göre..." şeklinde sorulursa cevap şudur: Nikâh ile talâk arasında bazen öyle ilişkiler vardır ki, bu konularda iki ayrı mezheb taklit edildiği zaman telfik yapılmış olur; buna da -telfikı caiz görmeyenler- karşı çıkarlar. Meselâ kadının irâde beyanı ile (nikâh akdinde doğrudan taraf olması ile) yapılan evlenmenin mûteber olduğu hükmünde Hanefî mezhebini taklid eden bir şahıs, kinâî (üstü kapalı) bir sözle bu kadını boşadığı zaman boşamayı dönüşlü (ric'î) sayma konusunda Şâfiî mezhebini taklid ederek evliliği devam ettirirse telfik yapmış olur ve bunu, telfikı caiz görmeyen fıkıhçılar kabûl etmezler.67

İslâm devleti terimi ile İslâm ülkesi terimi arasında fark var mıdır?
İslâm devleti, şerîat devleti demektir; yani İslâm esaslarına göre kurulan devlette teşrî, icrâ, kazâ, denetim ve yönetim İslâm dîninin talîmatına aykırı olamaz. Kur'ân'da ve Sünnet'te yazılı talîmat kanun gibidir; bu kaynaklarda temas edilmemiş konular ise, yine onların ışığında akıl işletilerek, örf, âdet, zarûret, menfâat gibi prensiplere bakılarak düzenlenir.
İslâm Ülkesi, bazı müctehidlere göre İslâm devleti (şerî'atın hâkim olduğu devlet) demektir; aralarındaki fark, bakış açısından doğmaktadır. Yani İslâm'ın hâkim olduğu yere bakılınca "İslâm Ülkesi", İslâm ülkesinde hâkim olan sisteme bakılınca İslâm devleti denir. Ancak Ebû Hanîfe, Şâfi'î gibi müctehidlerin anlayışından hareket edilince bu iki kavramın farklı ve ikisinin birarada bulunmamasının da mümkün olduğu sonucuna varılmaktadır. Çünkü bu müctehidlere göre bir ülke, bir kere İslâm ülkesi (dâru'l-İslâm) olunca ya artık hep öyle kalır (orada İslâm'a aykırı bir rejimin hâkim olması veya kâfirlerin istîlâsı İslâm Ülkesi vasfını değiştirmez ve bu Şâfiî mezhebinin görüşüdür), yahut da ancak şu üç şartın birlikte gerçekleşmesiyle bu vasfını kaybeder:
1) Harb hâlinde olan gayr-i müslimlerin ülkelerine bitişik olmak,
2) Şerî'at terkedilerek başka rejim ve kanunlarla idare olunmak, amel edilmek,
3) Müslümanların can ve mal güvenliklerini kaybetmiş olmaları. Bu üç şartın birlikte gerçekleşmesi oldukça zor bulunduğundan -son iki ictihada göre- bir ülke, İslâm devleti olmadığı hâlde, ülkesi olabilecektir. Yani kanunları ve yönetimi İslâm'a uymadığı hâlde, eskiden İslâm devleti olduğu için düzen değişse dahi İslâm ülkesi (dâru'l-İslâm) olmaya devam edecektir.

Hanefîye göre "talâkta sarîhin tercümesi kinâyedir" diyen âlimler var mıdır?
Bu sorudan benim anladığım mânâ şudur: Bir erkek karısına "enti tâlık" diyecek yerde bunun tercümesi olan "Sen boşsun" dese, açık (sarîh) boşama sözünü değil de üstü kapalı (kinâî) boşama sözünü kullanmış olur. "Maksat bu ise, böyle diyen bir Hanefî âlimine ben rastlamadım. Hanefîlerin usûl ve kâideleri de böyle bir anlayışa müsait değildir. Her millet kendi dilinde, talâkın karşılığı olan ve açıkça boşamayı ifade eden sözlerle sarih boşama, üstü kapalı sözlerle de kinâî boşama yapmış olur.

İmam-ı A'zam'ın asıl ictihadına göre dâr-ı harbde harbîden hem faiz almak, hem vermek mi, yoksa sadece almak mı câizdir?
İmam-ı A'zam'ın bu ictihadı, böyle bir kayıt ve sınır konmadan nakledildiği için, almak da vermek de caiz gibi gözüküyor. Fakat İbn Hümâm'ın Fethu'l-Kadîr'deki incelemesinden anlaşılıyor ki, İmam-ı A'zam'ın maksadı müslümanın vermesi değil, alması ve kazanmasıdır.68
Bu vesile ile Ebû Hanîfe'nin, son zamanlarda istismar edilen bu ictihadını biraz açmakta fayda görüyoruz:
Serahsî'nin Mebsût'unda genişçe açıklandığı üzere bu ictihad iki delile dayanmaktadır.69 Naklî delil Mekhûl'ün naklettiği "Harb ülkesi vatandaşları arasında faiz yoktur" şeklindeki hadîstir. Ebû Yûsuf, hocasının bu hadîse dayanarak mezkûr ictihadı ileri sürdüğünü şu sözleriyle anlatıyor: Ebû Hanîfe'nin böyle bir ictihadda bulunmasının tek dayanağı, Mekhûl'ün Rasûlullah'tan (s.a.v.) "Harb ülkesi vatandaşları arasında faiz yoktur" sözünü nakletmesidir; zannederim "harb ülkesi vatandaşları ile müslümanlar arasında..." demiş. "İmam Şâfiî ise böyle bir hadîsin sâbit olmadığını (Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) böyle bir söz söylediğinin isbat edilemediğini), bu sözün delil olarak kullanılamıyacağını bildirmiş, Beyhakî de bunu Şâfiî'den nakletmiştir.70 Ebû Hanîfe'nin aklî delili ise harb ülkesindeki bu ülke vatandaşının malının müslümana helâl olduğu, oraya girerken verdiği söze aykırı davranmadan bu malı elde ettiği takdirde -elde etme vasıtası faizli akit, kumar vb. de olsa- bu malı müslümanın almasının caiz olacağıdır. Ebû Hanîfe esasen yukarıda nakledilen hadîse dayanmış, bu aklî delili de takviye için kullanmıştır. Hadîs sabit ve delil olmayınca, aklî delilin de değeri kalmamaktadır. Ayrıca bir müslümanın faizli akit yapmasının, kumar oynamasının -bunları helâl olan malını kurtarmak için yapsa bile- caiz olacağının delili yoktur; bunlar müslümana haramdır; bu haram hükmünü ortadan kaldıracak bir delil mevcut değildir. Faizde zulüm vardır, kumarda daima kaybetme ihtimâli mevcuttur. Bütün bunları bilen bir âlimin, yukarıda nakledilen ve naklî dayanağının bulunmadığı Hanefî fukahâsı tarafından da kabûl edilen ictihad ile fetvâ vermesi, "dâr-ı harbde müslümanın, kâfirden faiz alabileceğini, kumar oynayıp parasını kazanabileceğini söylemesi" caiz olmaz. Hele bazı kimselerin Türkiye'yi dâr-ı harb sayıp burada kumar oynanabileceğini, faiz alınıp verilebileceğini söylemelerinin ne İslâm'da, ne de Hanefî mezhebinde yeri vardır! Çünkü Ebû Hanîfe'ye göre Türkiye dâr-ı harb değildir ve bütün müctedihlere göre dâr-ı harbde bile olsa müslümanlar arasında kumar ve faiz helâl değildir.

Kıble inhirâfı kaç dereceye kadar olunca namaz sahih olur (Hanefîye göre)?
Namazı Mekke'de kılanlar (Kâbe'ye yakın bir yerde kılanlar) doğrudan Kâbe'ye yöneleceklerdir. Mekke'den uzak yerlerde namaz kılanlar ise, Kâbe'yi göremeyecekleri için onun bulunduğu yöne (cihete) dönecek ve namazlarını böyle kılacaklardır. Buna göre bir kişinin bulunduğu yere göre Mekke güney yönünde bulunuyorsa, bu kişi namazını güneye dönerek kılacaktır. İlgili kaynaklarda verilen bilgiye göre uzak yerlerde namaz kılanların yönü ile Kâbe'nin bulunduğu yön arasında 45 derece fark bulununcaya kadar namaz sahihtir; yani kıbleye dönme vazifesi yerine getirilmiş sayılmaktadır.71

Bu kadar inhirâfı (sapmayı) bilerekten de olsa namaz sahih olur mu?
Namaz kılan Kâbe'nin bulunduğu yöne dönmekle yükümlüdür; sağında veya solunda bulunan ana yönlerden birine (meselâ Kâbe güneyde ise doğuya veya batıya) dönünceye kadar kişinin yönü güneydedir; güney bir nokta değil, bir sâhadır ve bu sâhanın genişlediği her iki komşu yöne 45'er dereceye kadar devam eder. İşte bu derecelere kadar Kâbe'nin bulunduğu yönden sapan kişinin namazı -bu bakımdan- sahihtir. Ancak asıl hedef Kâbe'ye yönelmek olduğu için, bu sapmayı bilerek yapmak mekruh olur, elden geldiğince Kâbe'nin bulunduğu yöne dönmek gerekir.

Kişi parayla arâzîsini îcara verirse Ebû Hanîfe'ye göre zekât kime aittir ve bu zekâtın veriliş şekli nasıldır?
Ebû Hanîfe zirâî gelirlerin zekâtını toprağa bağladığı için, toprak kimin mülkiyetinde ise zekâtı da o verir demiştir. Buna göre toprağı kiraya veren şahıs, çıkan mahsûlün -sulama şekline göre- onda veya yirmide biri kadar bir ürünü -veya bedelini- zekât olarak ödeyecektir.
Müctehidlerin çoğunluğu ise zekâtı, ekmeye (zirâate) bağladıkları için "kim ekiyor ve ürün alıyorsa zekâtı da o öder; yani kiralama durumunda tarlayı kiraya veren değil, kira ile alıp eken kimse zekâtını da öder" demişlerdir. Geçmişte ve günümüzde yaşayan bazı âlimler daha âdil ve orta bir yol bulmuş, kiracı -kira ücreti dahil- masraflarını düştükten sonra kalanın zekâtını, kiraya veren de -nisâba ulaşıyorsa- kira bedeli olarak aldığının zekâtını öder demişlerdir.72

İmameyne göre âmil (tarlayı kiralayıp eken) îcar ettiği arâzî mahsûlâtının zekâtını vermekle mükellef olduğuna göre, kişi arâzî-i emîriyyeyi ekince İmâmeyne göre zekât vermesi gerekir mi?
İmâmeyne göre zekât, tarlanın mülkiyetine değil, ekimine bağlıdır; buna göre tarlanın mülkiyeti ister özel şahsa, ister devlete ait bulunsun, onu eken ve mahsul alan kişi zekâtını da ödeyecektir. Umûmî kâide bu olmakla beraber, Hanefî mezhebinin diğer kâidesine göre öşür ile harâcın birleşmesi caiz değildir; yani harâcî arâzîyi eken bir müslüman buradan harâc verir, fakat zekât (öşür) vermez. Eğer günümüzde aslı harâcî olan mîrî topraklar bulunsaydı ve bunları da müslümanlar ekseydi, Hanefî mezhebine göre yalnızca harâc vereceklerdi, diğer mezheblere göre ise hem harâc, hem de öşür (zekât) vereceklerdi. Ancak bugün, ülkemizde böyle bir toprak yoktur. Müslümanların tapulu toprakları mülk topraklardır ve buradan elde ettikleri mahsulden zekât vermeleri gerekir.

Hanefîye göre kasrın delîli yalnız hadîs midir, yoksa hem hadîs, hem de âyet midir?
Hanefî mezhebine göre yolculuk hâlinde bulunan mükellefin, dört rekâtlı farzları iki rek'at olarak kılmasının (kasrın) delîli hem âyet, hem de hadîslerdir. Hanefîler bu kasrın ruhsat değil, azîmet olduğu görüşündedirler; yani kişi, yolculuk hâlinde namazını kasrederek kılacaktır; bu azimettir, gereklidir, tam kılması caiz olmaz. Halbuki meselâ Şâfi'î'ye göre kasr, azimet değil, ruhsattır. İşte bu konuda Hanefîlerin delîli hadîslerdir. Onlar, ilgili hadîslere bakarak kasrın, ruhsat değil, azimet olduğu sonucuna varmışlardır.

Telefonla vekâlet vermek, telefonla boşamak mûteber midir?
Telefonla yapılan gerek vekâlet vermek, gerek boşamak ve gerekse diğer sözlü hukûkî tasarruflar mûteberdir. Bir telefon konuşması içinde îcâb-kabûl (karşılıklı irâde beyanı) yapılınca akit kurulmuş olur, taraflar biraraya gelerek akit yapmış gibi hukûkî sonuç elde ederler. Boşama da böyledir; telefonda eşine karşı veya bir başkasına eşini boşadığını ifade eden şahıs eşini boşamış olur.

Küfr-i lüzûmî ile küfr-i iltizâmî nedir, aralarında ne fark vardır?
Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaâtini veriyorsa buna "küfr-i lüzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor, yahut bunu yaparken kâfir olmayı kasdetmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı ve söylediğinin (davranışının) küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.

Babanın, oğul malından tasarruf hakkı var mıdır?
"Kişinin yediği rızkın en temizi kendi kazandığıdır; çocuğu da onun kazancına dahildir", "Çocuk da, malı da babasına aittir" gibi hadîsler, babanın çocuk malında serbest tasarruf hakkı olduğunu göstermektedir. Ancak buna karşı mülkiyet hakkını tanıyan ve düzenleyen birçok âyet ve hadîs vardır. Bunları bir bütün hâlinde değerlendiren fukahâ şu sonuca varmışlardır: Baba (ve anne) nafaka çerçevesine giren ihtiyaçlarını oğullarından temin ederler, oğulları bunu vermezlik edemez, bu ihtiyacı karşılayacak evlât malı üzerinde serbest tasarruf hakları vardır. Bu sınırı aşan malvarlığına gelince mülkiyet hakkı devreye girer ve baba dahil, kimse kimsenin mülkiyet hakkına tecavüz edemez.73

Kişi henüz borcunu ödemeden ve devletten tapusunu almadan kendisine ait barakayı satabilir mi?
Bu soru biraz kapalı tertiplenmiş. Eğer bir şahıs devletten bir baraka veya prefabrik ev satın almışsa, devlet borcunu ödemedikçe tapuyu vermiyorsa bakılır: Devlet ile şahıs arasında satım akdi yapılmış ve böylece -şer'an- mülkiyet hakkı intikâl etmiş ise şahsın bunu bir başkasına satması caizdir. Tapu tescili ve intikâli de satıcının borcunu ödemesinden sonra yapılacaktır. Tapuya tescil, şer'î bakımdan mülkiyetin intikâlinin şartı değildir, esas olan satım akdidir. Satın alanın borçlu olması da satışa engel teşkil etmez. Eğer devlet ile şahıs arasındaki anlaşma bir satım akdi değilse, önce ne olduğu belirlenir, sonra da hükmü verilir.

Kadın kocasından aldığı meniyi, kocasının vefatından sonra kendisine ithal etmekle meydana gelen çocuk meni sahibine lâhık olup olmamasında -bilindiği gibi- ihtilâf edilmiştir. Lâhık olur diyenlere göre miras da alabilir mi? (Meni sahibinin vefatı anında mevcut olmadığı hâlde).
Bir kadının, kocasından aldığı meniyi olduğu gibi koruması ve eşinin vefatından sonra rahim yoluna yerleştirerek çocuk sahibi olması geçmiş zamanlarda mümkün olmayan bir hayal idi. Bunun üzerinde vâki olan tartışmada farazî (olmadığı, olmayacağı hâlde varsayılan bir olaya ait) bir tartışma idi. Ancak günümüzde erkekten alınan spermin uygun ortamda canlı olarak korunması ve kadından alınan yumurta ile özel bir tüpte birleştirilmesi, aşılanmadan sonra kadının rahmine yerleştirilerek çocuğun oluşması ve doğması mümkün hâle gelmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Bir müslüman çiftin bunu yapabilmesi için normal yoldan çocuk sahibi olamayacaklarının tıbbî olarak tesbit edilmesi, spermin kocaya, yumurtanın karısına ait bulunması ve çocuğun, yumurtası alınan kadının -nikâhlı zevcenin- rahminde gelişmesi şarttır. Eğer bu teknik ve usûl ile kocadan sperm alınmış, onun vefatından önce karısının yumurtası ile tüpte birleştirilmiş ve -baba öldükten sonra bile olsa- çocuk dünyaya gelmiş olursa, hem nesebi sahih, hem de babasına vâris olur. Kadın boşandıktan, yahut kocası vefât ettikten sonra aynı şeyi yapmak isterse -bâin boşamada derhal, ric'î boşamada ve ölüm hâlinde iddet bittikten sonra- arada evlilik bağı kalmadığı için bu işin yapılamıyacağı, artık yabancı hâle gelmiş bir erkeğin spermini yumurtasına aşılatamayacağı ve rahmine yerleştiremeyeceği kanâatindeyim. Bu caiz olmayınca, doğan çocuğun da sperm sahibi kişi -eski koca- ile neseb ilişkisi kurulamaz.

Bilindiği gibi İmam-ı A'zam ile İmam Şâfi'î ictihad ölçülerine göre memleketimiz dâr-ı İslâm'dır. Acaba İmameyne göre durum nasıldır?
Daha önce 15, 17 ve 18. soruları cevaplandırırken bir yerin İslâm veya harb ülkesi olmasının ölçülerini, farklı bakış açılarına göre vermiştik. Ülkede hâkim olan rejimi esas alan ictihadlara göre lâik ülkeler dâru'l-İslâm değildir. İmâmeyn ülkede hâkim olan rejimi ölçü olarak almışlardır. Ancak Hanefî mezhebine ait fetvâ kitaplarından Bezzâziyye'de, bir kere İslâm ülkesi olmuş yerlerin, orada rejim değişse bile yine İslâm ülkesi olarak kaldıklarına hükmetmek gerektiği tezi savunulmuştur.74

Fabrika, hapishane, garnizon ve Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi kurumların bünyesinde bulunan mescidlerde kılınan cuma namazı, Hanefî mezhebine göre sahih olur mu? (İzn-i âmm açısından).
Hanefî mezhebine göre kılınan cuma namazının sahih (şartlarına uygun ve geçerli) olabilmesi için mescidin umuma açık olması şarttır. Meseleye bu açıdan bakarsanız, soruda sayılan yerlerde cuma namazının sahih olmadığı sonucuna varabilirsiniz. Ancak problem biraz daha derinleştirilir ve tahlil edilirse farklı bir sonuca varmak da mümkündür. Evet Hanefîler cuma mescidinin herkese açık olmasını söylemişlerdir; fakat herhangi bir Hanefî müctehide, "kötü bir maksatla cuma mescidine gelen bir kimseyi buradan menetmek caiz midir?" diye sorsanız alacağınız cevap "evet caizdir, maksadı belli olan veya tahmin edilen kişiler cuma namazına gelmekten menedilebilir" şeklinde olacaktır. İmdi böyle kimseleri mescide gelmekten menetmek, mescidin umûma açık olması kavramına ters düşmez. Kışla, fabrika, meclis gibi yerlere izinle giren, halbuki buraların personeli olmayan kişiler, bu yerlerde bulunan câmilerde cuma kılmaktadırlar. Şu hâlde bu câmiler "belli kişilerin cuma kılmalarına tahsis edilmiş olup başkalarına cuma kılmaları için izin verilmeyen câmiler" değildir. Aslında maksadı cuma kılmak olan herkese açıktır; fakat câminin içinde bulunduğu mahallin özelliği, oraya izinsiz olarak kimsenin sokulmamasını gerektirmektedir. Bu ise "umûma açık olma" kavramına aykırı değildir.
Burada şuna işaret etmekte fayda vardır: Cuma namazı son derecede değerli, sevaplı ve faydalı bir ibâdettir. Allah ve Rasûlü (s.a.v.), müslümanların bu namazı kılmaları için "umûma açık olmak, devlet başkanının izin vermesi, onun veya vekilinin kıldırması, bir yerleşim merkezinde ancak bir yerde kılınması" gibi şartlar koymamışlardır. Bu şartlar, uygulamaya ve mesâlih prensibine bakılarak müctehidler tarafından konmuştur ve bu ictihadlarda daima zaman ve zemin etkileri olmuştur. Mezkûr şartlardan bazıları gerçekleşmediği zamanlarda -meselâ devlet başkanının bulunmadığı, yahut cuma kılmaya izin vermediği durumlarda- müslümanların kendi aralarından birini imam yaparak bu namazı kılmalarının caiz olduğu da söylenmiştir (bunu Hanefî fıkıh kitaplarında açıkça görmek mümkündür). Şu hâlde ictihadla konulmuş şartlar bulunursa cuma bu şartlara uyularak kılınır, bu şartların bazıları (meselâ halîfenin bulunmaması gibi şartlar) bulunmazsa cuma yine kılınır, kılınmalıdır.

Yakın akraba evliliğinin hükmü nedir?
Yakın akraba ile evlenme konusunda iki aşırı, bir de orta yol tutulmuştur. Aşırı yollardan biri, bazı mezheb ve milletlerde görülen çok yakın akraba ile evlenme veya evlilik hayatı yaşama âdetidir, kızkardeş, yeğen vb. ile evlenmek gibi. Diğeri amca çocukları, dayı ve teyze çocukları ile daha uzak akrabaya kadar uzanan evlenme yasağı âdetidir. Bu da hâlâ Balkanlar'da yaşayan bazı toplumlarda sürmektedir. İslâm bu iki aşırılığı tasvîb etmemiş, orta bir yolu tutmuş, "süt, evlenme ve doğumdan" kaynaklanan akrabalıkların yakınlarını evlenmeye engel olarak görmüş, amca, dayı, teyze çocukları gibi nisbeten uzak akraba arasında ise evliliği caiz görmüştür. Aslında bu evlilik bir sakatlık veya hastalığın sebebi değildir; ancak yapılan tıbbî araştırmalar, bazı ırsî hastalıkların yakın akraba evliliklerinde daha çok ortaya çıktığını ve nesillere intikâl edebildiğini göstermiştir. Bu ihtimâlin yüzdesi oldukça düşük olmakla beraber yine de bir tehlike var demektir. Buna karşı, İslâm'ın koyduğu yasak sınırını genişletmekte de bazı sakıncalar söz konusudur. Asırların ve bütün insanlığın dîni olan İslâm, akraba arasında evlenme sınırını çok uzaklara kadar götürseydi dar bölgelerde (göçebelerde, kabilelerde, kapalı bölgelerde) kişilerin evlenme imkânları son derecede daralırdı ve bundan da birçok sakıncalar doğardı. İslâm bu sakıncaları daha ağır görerek -belli bir sınırdan sonra- akraba arasında evliliği caiz kılmış, fakat teşvik etmemiştir. Eğer ilim bunun bir sakıncası olduğunu gösterir, toplumun da böyle bir evliliğe ihtiyacı bulunmazsa -evlenecek kadar yabancı mevcut ise- müslümanlar buna mecbur değillerdir, bu cevazı kullanmazlar ve uzak, yakın akrabalık ilişkisi içinde bulunmadıkları kimseler ile evlenirler.

Seyyid ve şerîf kimlere derler?
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz soyundan gelenlere hem seyyid, hem şerîf denildiği gibi, özellikle Hz. Hasan soyundan gelenlere şerîf, Hz. Hüseyin soyundan gelenlere de seyyid denilmiştir.

Bilindiği gibi Hanefî mezhebinin görüşüne göre köylerin çoğunda cuma namazının kılınması sahih olmadığı Hanefî fıkıh kitaplarında ifade edilmektedir. Bu hususta bugünki köylerle fakihlerin yaşadığı zamandaki köyler arasında fark var mıdır?
Köy, asırlara, bölgelere, kültür ve medeniyetlere göre değişen bir kavramdır. Eski fukahânın yaşadığı zamanlarda da bütün dünyada -ve bütün İslâm dünyasında- tek tip köy yok idi. Bu sebeple cuma namazının sıhhat şartı olan köyü bu bakımdan ele almak ve tarif etmek gerekmektedir. Hanefîlerde bir târîfe göre cuma kılınacak köy, "bir yöneticisi, bir de hâkimi bulunan" yerleşim merkezidir. Bir başka tariflerine göre, "cuma ile yükümlü bulunanlarını câmisinin alamayacağı kadar nüfusu olan" yerdir. Bir üçüncü târife göre de "devletin köy olarak kabûl ettiği" yerdir. Hanefîler bu konuda "Cuma namazı, bayram namazı.. ancak bütün ihtiyaçlara cevap veren şehirde kılınır" mânâsında bir hadîse dayanmaktadırlar; ancak yapılan araştırmalar bu sözün hadîs olmayıp, Hz. Alî'ye ait bulunduğunu ortaya koymuştur. Köy için verilen târiflerin sonuncusu esas alındığında, Türkiye'de adına köy denilen ve imamı bulunan bütün yerleşim merkezlerinde cuma namazı kılınabileceği anlaşılmaktadır.



64. Bkz. Mecelle, md. 912, 916, 960 ve bu son maddenin şerhi, Ali Haydar, Durar, c. III, s. 29.
65. İlâveli Mecmû'a-i Cedîde, s. 48.
66. Ömer Nasuhi Bilmen, Istılâhât, c. II, s. 331.
67. Diğer örnekler için bkz. Dört Risâle, s. 253 vd.
68. İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 300-301.
69. Serahsî, el-Mebsût, c. X, s. 95; c. XIV, s. 56-59.
70. Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 300; Zeyla'î, Nasbu'r-râye, c. IV, s. 44.
71. İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. I, s. 188-189.
72. İbn Hümâm, age., c. II, s. 8; Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, c. I, s. 398-404.
73. Sindî, Hâşiye alâ İbn Mâce, c. II, s. 2, 42.
74. Bezzâziyye, c. VI, s. 310-312.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler