HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Diyalogtan Gerçeğe

Dar çerçeveli bir dâvette Hikmet ve Sabri Beyler biraraya gelirler. Birbirini uzaktan tanıyan bu iki zât tahsil görmüş, din ve dünyalarını öğrenmeye çalışmış kişilerdir; ancak bilgilerinden ziyade ahlâk ve mizaçları oldukça farklıdır. Aralarında geçen konuşmayı -belki faydalı olur düşüncesiyle- yazıya aktarıyoruz.25
Sabri Bey (S), Hikmet Bey'e (H) dönerek sözü başlattı:
-Hazretim sükût buyuruyorsunuz; bir şeyler anlatsanız da istifade etsek!
H - Evet, sükût ediyorum; çünkü sükût kolay, konuşmak zordur. Arada bir sükûtun da zor olduğu, câiz olmadığı olur; zulüm ve gayr-i meşrû davranışlar karşısında susmak gibi. Ancak umûmîyetle konuşmalar, bu gibi zarûretler dışında cereyan eder ve kontrolsüz bir şekilde akıp gider. Halbuki konuşmayı gerektiren bir durum olmalı, söylenen söz de en azından mübah nev'ine girmelidir. Bunun içindir ki, Resûl-i Ekrem (sav) "Allah ve Resûlü'ne inanan ya hayır söylesin, yahut da sussun!" buyurmuşlardır.
S - İyi ya biz de hayır söyler, emr-i nebevîyi yerine getiririz.
H - Siz buyurun efendim, biz de dinleyelim!
S - Siz yine dinleyici olmak istiyorsunuz amma yağma yok, bu gece sizi konuşturacağız. Bakın şimdi aklıma geldi; son zamanlarda bazı gazeteler, mezhebsizlik diye birşeyden bahsediyorlar. Birkaç gün önce muhterem bir hoca efendi bazı mezhebsizlerin isimlerini açıkladı, yaptıklarından bahsetti, hayretler içinde kaldım. (Sabri Bey bu isimleri tekrarladıktan sonra devam eder). Bunlar bir de dergi çıkarıyorlarmış, bazı kitapları varmış. Sizin kulağınız delik, mütalâanız geniştir, bu mevzûda biraz mâlûmat verseniz de arkadaşlar da istifade etseler...
H - İşte şimdi sükûtun câiz olmadığı bir noktaya geldik; mecburen bildiklerimizi söyleyeceğiz; çünkü siz gıybet, hattâ iftira ettiniz. Gıybet ve iftira haramdır, gayr-i meşrûdur. Ayrıca İslâm kardeşliği, gıyabında da olsa din kardeşini müdâfaa etmeyi gerekli kılmaktadır.
S - Dostum, sana konuş dediysek, bizi zehirli oklarına hedef kıl da demedik ya! Biz de Allah Teâlâ'ya şükür haramı, helâli bilenlerdeniz. Adamlar çıkmışlar, ulu orta mezhebleri inkâr etmişler, geçmiş ulemâya hakaret etmişler, müslümanların içindeki fitneler yetmiyormuş gibi yeni bir fitne kapısı daha açmışlar... Biz de yaptıklarını söylemişiz; siz de kalkmış gıybetten, iftiradan, haramdan, zulümden bahsediyorsunuz!
H - Müsaade edin sözün arkasını getireyim efendim! Bildiğiniz gibi İslâm bizlere yalnızca iman esaslarını, namaz, oruç gibi ibâdetleri öğretmekle yetinmemiş, ferd ve cemiyet hâlinde insan hayatını bütünüyle kucaklayan içtimâî, iktisâdî, ahlâkî, siyâsî... prensipler, bilgi ve kaideler getirmiştir. Bunlar arasında bir müslümanın, hâdiseler karşısında takınacağı tavır ve vereceği hükmün esasları da vardır. Bir âyette Allah Teâlâ "Size bir fâsık bir haber getirirse -bilmeyerek bir topluluğa zarar verip sonra yaptığınıza pişman olmamak için- o haberin aslını araştırın, doğru olup olmadığını tahkîk edin" buyurmuş, bir başka âyette gıybeti yasaklamış; insanları arkalarından çekiştirenleri insan eti yiyenlere benzetmiştir. Şimdi siz duyduğunuz haberin doru olup olmadığını araştırmadan, bazı müslümanlar hakkında sû-i zan, menfî kanaat sahibi oluyorsunuz; sonra bununla da kalmıyor, aynı haberi meclislere taşıyor, yayıyor, diğer müslümanların da günahkâr olmalarına sebep oluyorsunuz. "Yaptıklarını söylüyorum" mâzeretinize ise en iyi cevâbı şu muhaveresinde Resûlullah (sav) veriyor:
-Gıybet nedir biliyor musunuz?
Sahâbe cevap veriyor:
-Allah ve Resûlü daha iyi bilir!
-Din kardeşini, hoşuna gitmeyecek birşey ile anman, hakkında konuşmandır.
-Söylediğimiz şey onda var ise, o bunu yapmışsa?!
-Onda varsa (yapmış ise) gıybet etmiş, yoksa (yapmamış ise) iftirâ etmiş olursun!
S - Biz bu âyet ve hadîslerin şümûlüne girmeyiz; çünkü bu haberler yaygındır; herkes biliyor, gazeteler yazıyor... Aslı olmasa tekzîb ederlerdi. Bunları araştırmaya gerek yoktur. Ayrıca bunları bana söyleyen zât da fâsık değildir. Gıybet mevzûuna gelince -büyük hadîs âlimlerinin, hadîs uyduranları engellemek için yaptıkları gibi- müslümanları korumak maksadıyla bu gibi kimselerin yaptıklarını ifşâ etmek farzdır, dinen vazifedir.
H - İzin verirseniz bu müdâfaanızı maddeler hâlinde ele alacağım:
a) Gerek âyetin şumûlü ve gerekse gıybetin, muhaddislerin yaptıklarına kıyâsen cevazı mevzûunda âdeta ictihad ederek konuşuyorsunuz! Halbuki bildiğime göre siz ictihad kapısının kapalı olduğuna inananlardansınızdır!
Şimdi sizin ictihâdınıza veya tefsirinize göre haberin doğru olup olmadığını araştırma emri haberi getirene bağlıdır: Eğer haberi getiren fâsık ise bunu araştıracağız; değil ise araştırmayacağız. Halbuki âyetin sebeb-i nüzûlü bu anlayışa engel teşkil ediyor; çünkü sahâbenin birisi Resûl-i Ekrem'e (sav) gelerek, bir kabilenin zekât vermekten imtinâ ettiklerini bildiriyor, Efendimiz (sav) Hz. Hâlid'i göndererek bu haberi tahkik ettiriyor... Sahâbiye fâsık diyemeyeceğimize göre bizim de -ihtiyâten- önemli haberleri ve sözleri, hüküm vermeden, harekete geçmeden önce araştırmamız gerekmektedir.
b) Bir kimsenin fâsık olup olmadığına hüküm vermek de kolay değildir. Fâsıklık, günah işlemek, dinin bir emir veya yasağına aykırı hareket etmek demektir. Gıybet eden kimse, insanı fâsıklar zümresine sokan bir iş işlemiştir. Bu sıfattan kurtulabilmesi için yaptığı gıybetin câiz olan gıybetler sınıfına girmesi gerekir. Biz haberi duyduğumuz anda bunu bilmiyoruz. Bu gıybet câizdir diye hükmetmek bir nev'i ictihaddır; bunu yapan kimsenin buna ehil olup olmadığını, hislerini işe karıştırıp karıştırmadığını da bilmiyoruz. Şu halde "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeye uyup peşine düşme" emri bizi araştırma yapmaya sevketmektedir.
c) Bir haberin yaygın olması onun doğru olduğunu ve araştırmasız kabûlü gerektiğini ifade etmez. Nice yaygın yalanlar, iftiralar vardır!
Şimdi sözümün arkasını getirmeden önce size birşey sormak istiyorum: "Siz bu kişilerin kitap ve dergilerini okuyarak veya konuşmalarını dinleyerek, itham edildikleri husûsları bizzat tesbit ettiniz mi?
S - Hayır, okumadım ve kendilerinden işitmedim; fakat birçok kişiden işittim ve gazetelerde okudum.
H - Evet, "doğru olmasa idi, tekzib ederlerdi" dediğiniz zaman bunu anlamıştım; çünkü onların hiç değilse dergi ve broşürlerini okusaydınız, bütün bu dedikoduları tekzip ettiklerini görürdünüz. Şimdi Allah Teâlâ rûz-i cezâda size sorar da "Aynı memlekette yaşadığınız halde gidip konuşmadan; piyasada kitapları, dergileri varken alıp okumadan, filân filân kulum hakkında neden sû-i zada bulundun, gıybet ve iftira ettin!" derse burada ileri sürdüğün mazeretler seni kurtarır mı? Türkiye'de, İmam-Hatiplilere düşmanlığı, âdetâ iman esasları arasına sokmuş bir zümrenin çıkardığı gazetenin yazdıkları inanmak için yeterli midir? Aynı gazetede fikir işçiliği yapan bir hoca ile "araştırın" emrini dinlemeyen bazılarının ulu orta yazıp çizmeleri, sohbet meclislerini ölü eti yiyerek telvis etmeleri mîzân-ı ilâhîde hüccet olur mu?
Meselenin esasına geçmeden önce gıybet mevzûuna birkaç cümle daha ayırmak istiyorum; çünkü zamanımızda sohbet ile gıybetin iyice birbirine karıştırıldığını görüyorum.
Gıybet haramdır. Tercîh edilen görüşe göre büyük günahlar arasındadır. Kâfirin gıybetinin câiz olup olmadığı ihtilâflıdır. Zimmînin gıybeti câiz değildir. Bidatçı kimseyi bidatı ile zikretmek câizdir. Gıybetin câiz olduğu diğer maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Haksızlığa uğrayan kimse bunu ilgililere anlatabilir.
2. Gayr-i meşrû (münker) bir davranış, onu değiştirebilecek bir kismeye anlatılır.
3. Fetvâ sormak için hâdiseler anlatılır; ancak şahısları anmamak daha uygundur.
4. Müslümanları, başlarına gelecek kötülük ve zarardan korumak için gerekli şeyler söylenir. Ancak bu maddeyi çok ihtiyatlı kullanmak, söylenen şeylerin doğru olup olmadığına, gerçekten zararlı olup olmayacağına dikkat etmek gerekir.
5. Fâsıklığını, işlediği günahı saklamayan bir kimsenin bu durumu söylenebilir.
Şimdi meselemizin aslına dönebiliriz. Siz, dedikoduya dayanarak bazı kişileri; hem de yazıp çizen, müslümanları irşad ve İslâma hizmet etmeye çalışan kişileri mezhepsizlik ve reformculuk ile itham etmiş, benim bu husûsta bilgim olup olmadığını sormuştunuz.
S - Evet, evet ama söz sözü açtı, asıl meseleden uzaklaşarak epeyce va'z dinledik.
H - Gerçi konuşmaya alışanların dinlemeye tahammülleri yoktur; fakat arada bir va'z dinlemek faydalıdır; çünkü va'z insanı vicdanı ile başbaşa bırakır, nefis muhâsebesine yol açar. Hem konuşmamızı isteyen siz değil miydiniz? Yoksa bu istek konuşmanın belli bir istikamette olması şartına mı bağlı idi? Neyse biz yine meselemize dönelim.
"Bir kimsenin hakkında hoşuna gitmeyecek sözler söylemek gıybettir, söylenenler o kimsede yoksa bühtan ve iftiradır" demiş, daha doğrusu bu meâlde bir hadîs-i şerif nakletmiştik. Şimdi bu dedikoduların tahkîk ve tahlilini yapınca söylenenlerin gıybet sınırını aşarak iftirâ hududuna girdiğini de görmüş olacağız. Hangi sebeple ve kime karşı olursa olsun iftirânın haram olduğu ve bir müslümana iftirâ etmeyi câiz kılan hiçbir mazeretin bulunmadığı hepimizin mâlûmudur.
Meselemiz nedir? Bazı müslüman ilim ve fikir adamlarının, reformculuk ve mezhebsizlik ile itham edilmeleri değil midir? Bunu unsurlarına ayırırsak: Suçlayanlar, suçlananlar, deliller ve suç diyebiliriz. Suçlayanların başında belli bir zümre ile onların dümen suyunda olanlar var. Suçlananlar önemli ilim ve idare merkezlerinde görev almış, ortaya hizmet ve eser koymuş bazı kimseler. Suç: Mezhebsizlik ve reformculuk; deliller: Bazı sözler ve kitaplar. Rabbimizin "'aslını araştırın" fermânına uyarak araştırmaya girişecek olursak önce tarafları ele almalıyız:
Suçlayan ve ısrarla, yıllardır aynı ittihamları piyasaya süren, ısıtıp tekrar ortaya koyan zümre İmam-Hatiplilere düşman bir zümredir. Bu düşmanlığın izâlesi için uzatılan elleri de -programlarına uymadığı için- devamlı geri itmişlerdir. Bu durum, suçlayanlar için bir şâibedir ve söyledikleri, yazdıkları şeylerden şüphe etmemizi gerektirir. Mâhut zümreden olmadıkları halde onlara katılanların çoğunda da -ihlâsı gölgeleyen- şeyler vardır.
Suçlananlar: Bu kişiler şahsî ve ailevî hayatlarında İslâm'ı yaşayan, bildikleri ile amel eden kişilerdir. Derslerinde, yazı, konuşma ve kitaplarında ittihamları haklı çıkaracak deliller yoktur.
Suç: Reformculuk ve mezhebsizlik. Bunu ben çeşitli kimselere sordum ve birbirini tutmaz tefsirlerle karşılaştım. Acaba sizce bunlardan maksad nedir?
S - Efendim, reform dedikleri şey Nasreddin Hoca'nın kuş hikâyesine benzer; hani rahmetli leyleğin uzun yerlerini kendince kesip şimdi bir kuşa benzedin demiş ya; bunlar da dini bir kuşa benzetecekler; iman meselesini akla uydurmak için te'vil edecek, ibâdetleri asra uyduracak... hâsılı dinî asrîleştirecekler.
Mezhebsizlik de -daha önce işaret ettiğim gibi- mezhebleri inkâr etmek, imamları tanımamak, kendi ictihatlarıyle hareket etmektir. Bunlar yaptıklarına "mezhebleri birleştirmek" diyorlar; tabiî açıktan inkâr ediyorum diyecek değiller ya! Geçenlerde bana bir kitap getirdiler, Suriyeli bir âlim yazmış kapağında "Mezhebsizlik" yazıyor, bazı yerlerini okudum, meğer bunların kökü Arabistan'da imiş, adam neler anlatmış neler...
H - Biz de muhâkememizi sizin tefsirinize göre yürütelim. Ben bu meseleyi yeterince araştırdım. Önce suçlamaları okudum, sonra suçlananlardan birkaçı ile görüştüm, onları dinledikten sonra delil diye ileri sürülen kitap ve yazıların bir haylisini okudum, dergilerini takip ettim; vardığım neticeler şunlar oldu:
a) Nesil isimli dergilerinin ilk sayısında Ehl-i Sünnet ve cemaât yolundan ayrılmayacaklarını yazdılar ve bugüne kadar da aynı yolu takip ettiler.
b) İthamlara, dedikodulara daha çok hedef teşkil eden kişi, bir gazetede ve Nesil'de neşrettiği "Zarûrî Bir Açıklama"da bütün suçlamaları reddederek bunlarla ilgilerinin olmadığını, Hanefî ve Mâturîdi olduklarını, müctehidlere ve İslâm ulemâsına derin saygı ve sevgi beslediklerini; açıkça ifade etti.
c) Aynı kişi, "Zarûrî Bir Cevap" adını taşıyan bir broşür neşrederek dedikoduları daha mufassal bir şekilde cevaplandırdı ve bunların iftirâ olduğunu, delillerle, örneklerle ifade etti.
d) Suçlananların aleyhinde delil olarak ileri sürülen ve çoğu kez tahrif edilerek pasajları aktarılan İslâm'da Birlik... kitabını da bizzat okudum. Kitabın münâkaşa edilecek tarafları bulunmakla beraber bütünüyle Ehl-i Sünnet prensiplerine aykırı düşmediğini gördüm. Tam aksine kitap, hurâfeler karşısında müslümanları uyarmak, Sünnet'i müdâfaa, tefrik ve taassubu red, müslümanların birleşmelerini teşvik gibi ana mevzûuları işlemektedir. Kitapta dinin nâsslarla sabit esaslarının asla değiştirilemeyeceği ve ıslâhâttan maksadın, zamanımızdaki müslümanların anlayış ve yaşayışlarını düzeltemek olduğu açıkça ifade edilmiştir. Zannederim kitabın karşılıklı konuşma üslûbunda yazılışı ve konuşanların ifadeleri bazı yanlış anlamalara sebep olmuştur. Kitapta, mezheblerin birleştirilmesinden maksad, dört mezhebden faydalanmak şeklinde açıklanmış ve bunun da bilhassa -o günün şartları içinde kurulması istenen- tek İslâm devletinin kanunlarını tedvînde işe yarayacağı ileri sürülmüştür. Bu fikir münâkaşa edilebilir, fakat bunu ileri sürenler, bunun câiz olduğunu söyleyenler asla sapıklıkla veya mezhebsizlikle ittiham edilemezler; çünkü bu bir fürû (fıkıh) meselesidir, imanla alâkası yoktur ve eskiden beri İslâm ulemâsı arasında bu fikirlerin tarafları bulunmuştur.
e) Siz konuşmanızda "Mezhebsizlik" diye bir kitaptan bahsettiniz. Keşke o kitabı baştan sona okusaydınız! Ben hem aslını, hem tercümeyi, hem de bu tercümeye reddiye olarak neşredilen "Mezhebsiz Yaygarası" isimli kitabı okudum. Sizin bahsettiğiniz tercüme yanlışlarla doludur. Ayrıca insanı hayrete düşüren bir oyun oynanmıştır; şöyle ki: Bu kitabın aslı gerçekten bazı Arab ülkelerinde, mezhebleri ve taklidi reddeden, herkesi ictihadla mükellef tutan belli kimseler için yazılmıştır. Türkiye'de kendilerine mezhebsiz denilen kimseler ile Arab ülkelerinde bu sıfatla anılanlar arasında münâsebet ve benzerlik olmadığı hâlde, isim benzerliğinden faydanılarak oradakilere yapılan hücumun buradakiler için de geçerli olduğu kanaati uyandırılmak istenmiş, bu maksadla tercümenin başına uzun bir mukaddime yazılmıştır. Ayrıca kitabın (tercümenin) arka kapağına, hiçbir müslümanın kabul edemeyeceği, kitabın içinde bulunmayan birtakım tutarsız, çirkin sözler yazılmış, bunlar da mezhebsizlere maledilmiştir. Şunu bir defa daha ifade edelim ki bizdekilerin söylediği "müslümanların dört mezhebden faydalanmalarının câiz olduğundan" ibârettir. Bu fikir ise, bizzat, Mezhebsizlik kitabını yazan Dr. Said Ramazan el-Butî'nin de kabul ettiği bir fikirdir. Hattâ müellif, bunun câiz olduğunun tartışma götürmeyeceğini de ifade etmektedir.
S - Yâni bana getirdikleri kitabın yazarı Said Ramazan da buradakiler ile aynı kanâatte midir demek istiyorsunuz?
H - Evet, onu demek istiyorum; kitabın (aslının ve tercümenin) ilk faslı ile tercümenin sonunda çerçeve içine alınmış yazıyı okursanız bu mevzûda şüpheniz kalmaz.
Reformculuk ithamını teyid edecek bir yazı veya sözlerini ise hiç görmedim ve işitmedim. Bunun tamamen uydurma olduğu kanaatine vardım.
S - Neyse azizim, biz sizin bahsettiğiniz yazıları okumadığımız için doğru, yanlış diyemeyeceğiz; en iyisi mevzûu değiştirelim, biraz da başka şeyler konuşalım. Meselâ siz önümüzdeki seçimlerde...
H - Affınıza sığınarak sözünüzü keseceğim; ben de mevzûun değişmesine taraftarım; çünkü İslâm kardeşliğinin gerektirdiği kadar bu mevzûda bildiklerimi söyledim. Ancak şimdi gireceğimiz mevzûun seçimlerden ve partilerden daha önemli bir mevzû olmasını teklif edeceğim; bence bu mevzû müslümanların tutulduğu tefrika ve gaflet hastalığıdır.
S - İşte bu ve benzeri birçok derdin devası iyi bir iktidardır, buna da politikadan gidilir. Ben bunun için o mevzûu ileri sürmüştüm.
H - Bu noktada sizinle farklı düşünüyoruz. Bence politika, siyâsî iktidar talebi bir kavgadır; kavgaya çıkmadan önce karşılıklı güç ve imkânların iyi bir muhâsebesini yapmak, ayağını yorganına göre uzatmak; eğer yorgan yoksa önce onu edinmek gerekir. Yorgan, tabanı ve tavanı ile İslâmî çözümde birleşen bir toplumdur; yapılacak iş plânlı, programlı bir eğitim ile bunu sağlamaktır.
Ben sözü uzatmamak için, tefrika ve gaflet hastalığımıza yalnız bir köşeden bakmak istiyorum; eğer diğer köşeleri nasib olursa başka bir meclise bırakalım. İslâm'ın zuhûru, sür'atle yayılması ve dünyanın iki büyük dinin mukaddes saydığı beldeyi de sınırları içine alması yahudi ve hıristiyanları önce şaşırtmış, başlarını döndürmüş, sonra derin derin düşünmeye, kalblerini yakan kin ateşini söndürmek için çareler aramaya sevketmiştir. Aranan ve yüzlerce proje hâlinde uygulanan çarelerin hedefi müslümanları bölmek, güç kaynaklarından mahrum etmek, sonra da yeryüzünden silmektir. Haçlı seferleri, müstemlekecilik hareketleri, müsteşriklerin çeşitli oyunları, yabancı okulların medeniyet mübeşşirliği, misyoner faaliyetleri, kavmiyet cereyanları, sosyalizm yutturmacası hep aynı hedefe yönelik gayretlerdir. Ve bu gayretler yüzlerce yıl içinde oldukça semere almış, önemli neticeler elde edilmiştir. Önce müslümanlar dinlerinden uzaklaştırılmış, şekil müslümanlığı içinde hapsedilerek dinin ruhundan gıdalanmaları önlenmiş, böylece medeniyet kervanından geri kalmaları sağlanmış, sonra da bütün bunların baş âmili olarak dinin yakasına yapışılmış, "din terakkîye mânidir" denilmiştir. Dinî duyguları zayıflayan, ferâsetleri körleşen müslümanların, dinin ruhunda, esaslarında ve asgarî müştereklerde birleşmeleri önlenmiş, teferruat içinde boğulmaları, meşrû olmayan sebeplerle parçalanıp birbirlerine düşmeleri sağlanmıştır. Şimdi de yeni yeni metodlarla oynanan oyun aynıdır. Dünyada ve memleketimizde müslümanların iki önemli derdi tefrika ve gaflettir.
Öte yandan bu dertlere devâ bulacak telkin vasıtalarına sahip âlimlere, mürşidlere, yazarlara... dönüp bakıyoruz; onları da aynı derdin içine düşmüş buluyoruz; "Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede -nerde kaldı gayrîye himmet ede." Bugün ellerinde telkin vasıtaları olanlar diş, bıyık, tırnak meseleleriyle müslümanları birbirine mi düşürmeli, pireyi deve yaparak önüne geleni tekfir ve tadlîl mi etmeli, yoksa İslâm'a karşı işbirliği yapan komünizm, siyonizm, dinsizlik, ahlâksızlık, hıristiyanlık taassubu ile bunların akıl almaz, hayâle sığmaz düzenleri, tuzakları, taktikleri ve kuruluşları ile mi mücadele etmeli? Sözlerimi bu soru ile noktalamak ve sizleri düşünceye dâvet etmek istiyorum.



25. Bu yazıdaki kişiler hayâlî, fikirler gerçektir; yazıya canlılık vermesi, daha kolay, daha zevkli okunup anlaşılması için bu üslûb seçilmiştir.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler