HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


VIII. İslâm'da sigortanın haram olduğu görüşüne sebep olan şüphelerin münâkaşası:
Sigorta sistemi ve akdi hakkında sağlam bilgiler alabilmek için başvurulması gereken metin ve şerh hâlindeki hukukî kaynaklardan -kendimize ait hiçbir görüş ilâve etmeden- olduğu gibi özetlediğimiz bu kısa malûmatın ışığı altında, bazı muâsır dîn âlimlerine göre, sigorta nizâmının içinde bulunan ve onun dince haram olmasını gerektiren şüpheleri münâkaşa edebiliriz.

Birinci şüphe:
Sigorta bir nevi kumardır.
Cevap: Naklettiğimiz özetler ve bilhâssa sigortanın karşılıklı tazmînat ve yardım gâyesinden ibaret bir eksen etrafında dönüp dolaştığını açıklayan üçüncü madde, bu şüpheyi reddetmek için kafîdir. Zirâ kumar insanın faâliyetleri ve iş ahlâkı için ölüm demek olan bir şans oyunudur. Kur'ân-ı Kerîm onu şeytanın bir düzeni ve tuzağı olarak vasıflamıştır; onunla şeytan insanlar (kumarcılar ve onlarla beraber olanlar) arasına düşmanlık ve kin sokar; onları Allah'ı anmak ve namaz kılmaktan alıkor. (el-Mâide: 5/91) İmdi en büyük içtimâî ve ahlâkî dertlerden biri olan, insanın ilmî ve iktisâdî verim gücünü meflüç hale getiren kumar ile faâliyet sâhasında insanın malı ve canına dokunan kazâların, felâketlerin zararını, elemini parçalayıp dağıtmak için yardımlaşmadan ibaret olan sigorta sistemi arasında ne münasebet vardır; o nerede, bu nerede? Sigorta, vukûu hâlinde -böyle bir tedbir olmasa- isâbet ettiği şahsın bütün gücünü ve servetini silip süpürecek felâketlere karşı sigortalıya güven ve huzur vermektedir. Bizzat kendisi varlığı silip süpüren bir felâket olan kumarda, bu güvenlik ve huzuru bulmak mümkün müdür? Bir şeyi zıddına benzetmek, tam karşısında olanla bir tutmak câiz midir?
Üçüncü olarak şunu da ilâve edelim: Geçen özetlerde sigorta akdinin, karşılıklı ödemeye dayanan bir akit olduğunu görmüştük. Bu karşılıklı ödeme her iki tarafa da gerçek faydalar getirmektedir. Bunda, netice itibâriyle sigortacı için kâr ve kazanç, sigortalı için de kazâdan önce güvenlik, kazadan sonra tazmînât vardır. Bu karşılıklı ödeme ve tazmînât kumarda var mıdır? Kumarda kaybedenin, kazanan tarafın kârından istifâdesi nedir? Bu farklar, sigorta akdi içinde varlığı hayâl edilen kumar şüphesini gidermek için kâfidir sanırım. Daha başka farklar varsa da; sözü uzatmak istemediğimiz ve basit bir düşünce ile anlaşılacak kadar açık olduğuna inandığımız için onları geçiyoruz. Ayrıca kumarın haram olmasının şerî âmili yalnızca iktisâdî değildir ki, karşı çıkanlar, bu ikisini yalnızca mâlî karşılık ve ihtimal unsuru bakımından mukâyese etsinler. Din yönünden kumarın haram olmasının birinci derecede âmili -Kur'ân-ı Kerîm'in işâret ettiği gibi- ahlâkî ve içtimâîdir.

İkinci Şüphe:
Sigorta kumarlı yarış ve müşterek bahis kabîlindendir; bu da -sigortaya şâmil olmayan- bazı şekilleri müstesnâ dince yasaklanmıştır.
Cevap: Önceki şüpheyi cevaplandırırken bu şüphe de aydınlanmış oldu. Kazancını yarışa bağlıyan kimse, kumarcı gibi tesâdüfe ve şansa dayanmaktadır: Ayrıca bu da kumarcı gibi, yarış yüzünden vaktini israf edebilir ve iktisâdî faâliyetini sekteye uğratabilir.
Yarış ile sigorta arasındaki farklılığın en açık olanı şudur: Yarışın, ne bir şahsın yardım maksadıyle yüklenmesi ve ne de zararın dağıtılmasına yardımcı olunması yoluyla, "insanın üretici iktisâdî hayatına ârız olan tehlikelerin zararlarını tâmir" ile hiçbir alâkası yoktur. Yarış, üzerine para bağlayan kimselerden herhangi birisine, sigortanın netice olarak -doğrudan doğruya- verdiği huzur ve niyeti verebilmekten de uzaktır. Bütün bunlar da ikinci şüpheyi ortadan kaldırmaya kâfîdir.

Üçüncü Şüphe:
Sigorta akdinde ve bilhâssa hayat sigortasında Allah'ın kudretine meydan okuma mânâsı mevcuttur.
Cevabımız: Bu şüphe, sigorta sisteminin ve -hükümlerini kanunların tanzîm ettiği akitleşme ile yürüyen- tatbikâtının esası hakkında bilgi almak için, asıl kaynaklara inilmemiş olmasından doğmaktadır.
Yukarıdaki özetlerden anlaşılmış olacağı üzere; sigorta -onu kadere meydan okuma sayanların zannettikleri gibi- sigortalanan kazânın vukû bulmayacağının teahhüdü demek değildir; deliden başkası, ne kendisinde ne de başkasında böyle bir kudretin varlığına inanmaz.
Sigorta, vukûbulduğu takdirde kazânın meydana getireceği zararları tazmin etme teahhüdünden ibârettir. Sigorta, yalnız başına taşıyamayacağı bu zararları sigortalı ferdin omuzundan, -son derece hafifliyeceği için hiçbirinin hissetmiyeceği- ferdler topluluğuna kaydırmaktır: Bu yardımlaşma yoluyla tâmir ve telâfi için en iyi misâl, yüksek binaların üzerine yerleştirilen yıldırım siperidir; sigorta buna benzemektedir. Mühendisler bu yıldırım siperlerini, sahiplerinin gözlerinden esirgedikleri değerli yapıların üzerine, birbiriyle çarpışan bulut kümelerinin, tehlikeli elektrik şerâresini (yıldırım) atmasını önlemek için yerleştirmiyorlar. Çünkü bu önleme -bulutların ayaklanmasını kontrol altına alamayacak olan- mühendisin elinde değildir. Bu teknik âleti oraya yerleştirmekten maksad, onun yıldırımı karşılaması, yolunu değiştirmesi, onu kendi vücudundan geçirerek sönüp tükeneceği, tehlikesinin ortadan kalkacağı, kabri durumunda olan bir çukura götürmesidir.
Sigorta sistemi ve tekniğinin îcâdına ait temel fikir budur. İmdi burada -düşünenlere göre- Allah'ın takdirine meydan okuma diye bir şey var mıdır? Bu gerçekte, Kur'ân'ında "iyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın" (el-Mâide:2/5) buyuran Allah Teâlâ'nın emrini yerine getirmekten ibaret değil midir? Hattâ, Kur'ân-ı Kerîm'in "musîbet" dediği ölüm 6, bu nevi yardımlaşma ile neticelerini tâmir ve telâfîye, diğer felâketlerden daha lâyık olmaz mı? *

Dördüncü Şüphe:
Sigorta meçhul bir unsur ihtivâ etmektedir. Medenî kanun onu böyle saymıştır (ğarar). Unsurlarından birisi meçhul olan alış-verişi (bey'ul-ğarar) İslâm menetmiştir; çünkü Rasûlullah (s.a.v) bu türlü alış-verişi yasak etmiştir; sigorta da bu hükme tâbidir.
Cevap: Bu şüphe fıkha âittir. Arapçada ğarar tehlike, riziko, şans oyunu mânâsına gelir. Burada ğarardan maksad -aslında karşılıklı bedeller ile neticesi belli bir değişme yolu olarak dînin kabûl ettiği bey'in (alış-veriş vb.)- kumar ve müşterek bahis gibi şansa bağlı, rizikolu bir akit hâline gelmesi, iki taraf için karşılıklı ödeme ve değişme değil de, tesadüfe göre bir taraf için kazanç diğer taraf için ziyân olmasıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v)in yasakladığı ğarar alış-verişine tatbik ederek menettiği alış-veriş nevileri üzerinde düşününce, hadîste geçen "ğarar"dan maksadın ne olduğunu açıkça anlarız.
Ğarar cümlesinden olarak Rasûlullah (s.a.v) cins erkek develerin -henüz doğmamış- nesillerinin (madâmîn) satışını yasak etmiştir.
Kezâ cins dişi devlerin henüz doğmamış yavrularının (melâqîh) satışını menetmiştir.
Deniz avcısının ağından bir atışta çıkacak olan balığın, kara avcısının tuzağına düşecek olan hayvan veya kuşun satışını yasak etmiştir.
İnci avcısının bir dalışta çıkaracağı incinin (ne çıkarsa çıksın şu kadara şeklinde) satışını yasak etmiştir. 7
Hastalık, böcek vb.den kurtulmuş mahsûl belli olmadan, ağacı üzerindeki meyvanın satışını menetmiş ve "Allah meyvayı vermez ise kardeşinizin parasını ne karşılığında alacaksınız" buyurmuştur. 8
Bütün bu yasaklar, ğarar mefhûmunun tatbikâtından ibarettir. Hepsinin aslî vasfı birdir ve maksadın ne olduğunu göstermektedir.
Bu düşünceye dayanarak fukahâ, teslimi mümkün olmayan -yâni satıcının sattığı şeyi teslim ederek aynî icrâyı yapamıyacağı- şeylerin satışında akdin kurulmuş olmayacağını (ademu'l-in'ikad) karara bağlamışlardır. Gökteki kuş, sudaki balık gibi, akit esnasında meçhûl olmayıp tâyin ve tahdîdi mümkün bulunmakla beraber, avlanmadan yakalanmaları mümkün olmayan şeylerin satışı bu kabildendir; çünkü yakalanacakları kesin olmadığından bu satışta ğarar vardır.
İnsanın hiçbir tasarruf ve işinin, tabiî ölçüler içinde kalmak şartıyle ihtimâl, riziko ve tehlikeden tamamen uzak kalamıyacağı, bütün mezheblerin benimsediği açık bir gerçektir. Hayatın ihtiyaçlarını temin etmek ve kazanmak için peşinden koşulan ticaret, zirâat ve diğer işler, tasarruflar da tehlikeye marûzdur. Bunları yapanlar bir ölçüde tehlikeyi, zarar ihtimâlini göze alırlar; bu, eşyanın tabiatı îcâbı böyledir. Bunu gözönüne alarak - bir kısımını açıkça ğarara bağlamak sûretiyle, diğerlerini de bu ilkeyi uygulayarak Hz. Peygamberin (s.a.v) yasakladığı- tasarruflar üzerinde düşünürsek hemen anlarız ki, yasaklanan ğarar; karşılıksız olarak bir tarafın kazancını, diğer tarafında zararını şansa bağlaması bakımından, akdi kumar hâline getirecek derecede tabiî sınırları aşan, aşırı neviden olandır. Geçen örneklerde görüldüğü gibi bunlar, tamamen vehim ve uzak ihtimâl esaslarına dayandığı için iktisâdî tasarruflara temel olamıyacakları tabiîdir.
Sigorta sistemi ve akdini bu ölçüye vurunca, arada büyük farklar buluruz:
Sigorta akdinde hemen akit yapılınca gerçekleşen bir karşılık vardır. Hattâ hukukçuların bunu -ihtiyatsız bir şekilde- ihtimâlî akitler içinde saymalarını da ben uygun bulmuyorum. Sonra sigortada ihtimâl unsuru yalnızca sigortacı için bahis mevzûudur; sigorta edilen kazâ meydana gelirse sigortalıya tazmînâtı öder, gelmezse hiçbir şey ödemez. Bunun yanında mezkûr ihtimâl; ancak teker teker sigortaya bağlı akitler ele alındığı zaman vardır; -sigortacının yürüttüğü akitler mecmûu bakımından- sigorta sistemi için böyle bir durum yoktur; çünkü sistem, sigortacı için dahi ihtimâl unsurunu kaldıran istatistik bir esas içinde bulunmaktadır; o kadarı da her akitte bulunabilir. Sigortadaki gerçek karşılık, sigortalının ödediği prim ile elde ettiği teminât arasında bahis mevzûudur. Bu teminât ve teahhüt ise, sigortaya mevzû olan kazânın meydana gelmesini beklemeden, sâdece akdin yapılmasıyle hâsıl olmaktadır; zîrâ sigortalıya güvenlik veren bu taahhüt ve teminat sâyesinde kazânın meydana gelmesi ile gelmemesi -sigortalıya göre- farksız hale geliyor; şöyle ki, kazâ vukubulmazsa malları, hakları ve menfâatleri kurtulmuş oluyor; vukûbulursa alacağı tazmînât onlara yeniden hayatiyet kazandırıyor. Şu halde, sigorta akdinden sonra kazâ ve zararın meydana gelip gelmemesi ona göre eşit oluyor. İşte bu, güvenlik duygusu ve teminattır ve burada gerçek bir karşılık mevcuttur.
Şu da var ki fukahâ, ne kadar büyük olursa olsun kefâlette ihtimâl unsurunu kabûl etmişlerdir. Onların açık ifadelerine göre; kefâlet mevzûu meçhul olsa dahi kefâlet sahihtir. Meselâ birisi diğerine "filân ile iş yap, onun sana karşı borçlu olacağı bütün haklara ben kefilim" dese kefâlet sahihtir; gelecekte borcunun hâsıl olup olmayacağı ihtimâle bağlı bulunduğu ve miktarı meçhul olduğu halde bu böyledir. Uygun bir şart ileri sürüldüğünde, kefâletin sırf rizikoya bağlanmasının da sahih olacağını açıklamışlardır: Meselâ bir kimse alacaklı olan şahsa, "sana borçlu olan filân kimse iflâs ederse veya şu ayda ölürse yahut da yolculuğa çıkarsa ben onun kefiliyim" dese bu sahihtir. (Bak. İbn Âbidîn, Raddü'l-muhtar, Kitabu'l-kefâle, Matlab el-Kefâle bi'l-mâl.)
Şu hale göre eğer sigortada meçhul unsur (ğarar) var ise bu dînin menettiği değil, kabûl ettiği nevidendir.
"Temînat bedel karşılığında alınacak bir mal değildir" denirse buna da şu cevabı veririz: Güvenlik hayatın en büyük meyvasıdır. Allah Teâlâ "... Onları doyuran ve korkudan emin kılan şu Kâbe'nin Rabbine ibâdet edin." (Kureyş: 106/4) buyurarak, Kureyş kabîlesine bunun bir nimet olduğunu ihtar etmiştir. İnsan kendisi, ailesi, hakları ve geleceği hakkında güvenlik ve emniyete kavuşabilmek için en değerli malını ve râhatını sarfeder; yorulur, didinir, olanca gayretini seferber eder. İmdi hangi dînî delîl bunun bir bedel karşılığında elde edilemeyeceğini isbat ediyor. Bu - başka değil- Allah'ın dîni üzerinde keyfî hüküm yürütmektedir.
Biz, bütün mezheblerin kabûl ettiği bazı eski akitlerde, güvenlik ve huzura kavuşmak için akitleşme yoluyla mal sarfının câiz olduğuna delîller buluyoruz:
İşte bekçilik için kiralama akdi. Burada kiralanan bekçi- bekçilikten ibaret olan bir iş için kiralanmış olsa da- işinin yegâne netice ve semeresi kiralayanın malını düşman veya hayvanın saldırısından devamlı korumak, ona, malı hakkında güvenlik vermekten ibaret oluyor. Bu kiralandığı işi yapan zanâatkârın, hizmetini îfâ eden hizmetçinin, bir yerden başka yere eşya nakli için kiralanan ve nakleden nakliyecinin işine benzemiyor. Bütün bunlar kiralanan kimsenin yaptığı elle tutulur, gözle görülür neticeler veren işlerdir. Bekçiye gelince onun işinde - mal sahibinin elde etmek için harcama yaptığı- güvenlikten başka bir netice ve semere yoktur. Sigorta akdinde de durum böyledir; burada da sigortalı, korktuğu bazı tehlikelerin neticelerinden emîn olabilmek için malından bir kısmını vermektedir.

Beşinci Şüphe:
Hayat sigortasında bilinmeyen unsurlar vardır; çünkü sigortalı vefât edeceği zamana kadar ödeyeceği primlerin miktarını bilmemektedir; bu durum ise ( meçhul olması) akdin şer'an sahih olmasına mânidir.
Cevap: Hanefî fukahâsı, akitlerde yer alan meçhul unsurları (bilinmeyen kısımları), derinliğine inceleme ve nevilerine göre neticelerini birbirinden ayırma husûsunda eşsiz bir dehâ göstermişlerdir. Onlar, başkalarının yaptığı gibi, meçhul unsurun girdiği akitleri, ayırım yapmaksızın bâtıl veya fâsid saymamışlar; aksine akdin icrâsına mâni bir problem hâline geleni ile, icrâda tesiri olmayanı birbirinden ayırmışlardır.
Buna göre birinci nevi, akdin yürümesine ve dolayısıyle sıhhatine mâni olan bilinmezliktir (cehâlet). Bunun örneği bir kimsenin diğerine: "Sana, şuna karşılık bir şeyi satıyor veya kiraya veriyorum" deyip de o şeyi tayin etmemesi, yahut da şeyi tayin edip de bedeli veya kirayı tayin etmemesi, karşı tarafın ise, bu bilinmeyen unsur ile beraber akdi kabûl eylemesidir. Sürüden herhangi bir koyunu satması da böyledir; çünkü koyunlar birbirinden farklıdır. Bütün bunlar ve benzerleri sahih olmaz. Çünkü bu bilinmeyen husûsta, iki tarafın delîli eşit hale gelir; bu sebeple hâkim, akdin yürümesine mâni bir problemin içine düşer; zîrâ satıcı ve kiraya veren en kötüsünü vermek, buna karşı en iyiyi almak isterler; her ikisinin de delîli, bir unsurun tayin edilmemiş, meçhûl bırakılmış olmasıdır. Burada bilinmezlik her iki taraf için eşit değerde bir delîldir; akdin yürümesine ve dolayısıyla sıhhatine mâni olmaktadır.
İkinci nev'i, ne kadar olursa olsun bu neticeyi doğurmadığı için akde tesir etmiyen bilinmezliktir. Bir kimsenin, muayyen bir bedel karşılığında, diğeri üzerindeki bütün hak ve alacakları hesâbına -miktarını ve nevini bilmedikleri halde- anlaşma (musâlâha) yapması buna örnektir. Bu durumda sulh sahihtir ve borçlar düşer. Bunun sebebi; burada bilinmezliğin mâni teşkil etmemesidir; çünkü hakların sukûtu icrâya muhtaç bulunmadığı halde, sulhun bedeli böyle değildir; o icrâya muhtaçtır, bu sebeple malûm olması gereklidir. Diğer taraftan, neler olduğunu açıklamadan haklarının bir kısmı üzerine anlaşma yapsa bu sahih değildir; çünkü sulhun mevzûuna girmeyen haklar bâkîdir, gerektiği zaman icrâya muhtaçtır, bilinmesi gerekir. Akdin bünyesine giren bilinmezlik hakkındaki Hanefî nazariyesi işte bundan ibarettir. Şâfiîlere rağmen, Hanefîler umûmî vekâletin sıhhatini bu esasa dayandırmışlardır. 9 Yukarıda işâret edildiği üzere, ileride sabit olacak haklar için kefâletin sıhhatini de buna bağlamışlardır.
Bu esası, hayat sigortasının primlerine tatbik ettiğimiz zaman, burada bilinmezliğin, engel olmayan neviden olduğunu açıkça görürüz; çünkü vâdesi gelen her pirimin miktarı bellidir; bilinmeyen sadece primlerin toplamıdır; bu ise akit ile tayin edilen müddet içinde ölüm vukûbulunca -ödenen primler az olsun, çok olsun- sigortacının, meselâ sigortalının ailesine, kararlaştırılan tazmînâtı ödemeyi taahhüt ettiği müddetçe icrâya mâni olmaz. Bu içinde neyin ne miktar bulunduğu bilinmeyen bir sandığın muhtevâsının, muayyen bir bedel karşılığında satılmasını sahih gören Hanefîlerin görüşüne uygun düşmektedir. Onlara göre bu bilinmezlik, fazla olmasına rağmen, tarafların anlaştığı üzere akdin icrâsına mâni olmaz; çünkü satıcı, muayyen bedel karşılığında, ne kadar olursa olsun bu malı elden çıkarmayı istemekle bunu borçlanmıştır; satın alan da miktarı ne olursa olsun bunu kabûl etmiştir. Her ikisinin de -açık irâde beyanlarıyla- borçlandırılmaları mümkündür. 10

Altıncı Şüphe:
Sigorta şirketleri ihtiyat sermâyelerini fâiz yoluyla çalıştırıyorlar. Hayat sigortasında sigortalı, akit ile tayin edilen zaman geçtikten sonra hâlâ yaşıyorsa ödediği primleri -fâizi ile beraber- geri alıyor; bu ise haramdır.
Cevap: Biz, hukûkî bir sistem olması yönünden sigorta üzerinde duruyoruz; sigorta şirketlerinin meşrû veya yasak olan başka iş ve akitleri üzerinde konuşmuyoruz. Kezâ hayat sigortasında, akit ile tayin edilen zaman geçtiği halde, yaşamaya devam eden sigortalının geri aldığı primleriyle beraber fâiz de alması, bir sistem olarak hayat sigortasının zarûrî neticesi ve ayrılmaz vasfı değildir. Bu, akit esnasında ileri sürülmüş bir şarttır; bizzat, sigorta sistemini ayırarak tek başına o şartı mahkûm etmek mümkündür.
Burada; bahsimiz bakımından çok önemli bir noktaya dikkat etmek gereklidir: Biz dînin nasları ve esaslarının sigortayı yasaklamayı getirmediğini görünce; -temel fikri ve tekniği itibâriyle meşrû bir faydayı temin eden sistem olması bakımından- onun sahîh olduğuna hükmediyoruz; yoksa, kanun tecviz etse bile, akdi yapanların aralarında kabûl ettikleri her şartın sıhhatine hükmediyor değiliz. Bizzat sistemin meşrû olduğuna hükmetmemizin mânâsı; sigorta şirketlerinin başvurduğu, âdet haline getirdiği bütün iktisadî işlem ve teknikleri, bazı yerlerde ve devletlerde, bazı insanların âdet hâline getirdikleri her sigorta şeklini kabûl etmemiz, meşrû görmemiz demek değildir. Sigorta sisteminin kendisi şer'an sahih olunca; bundan sonra akit esnasında ileri sürülen her şart, sigorta şirketlerinin tatbik edegeldiği her şekil -bizzat sisteme ait- sıhhat hükmünden ayrı olup, İslâm hukukunun akdin şartları ve mevzûu hakkındaki ölçülerine tâbidir. Buna göre ihtivâ ettiği, dînce makbul olmayan bir şarttan dolayı, iki taraf arasında cereyân eden bir sigorta akdinin sahih olmadığına hükmedilebilir. Nitekim İslâm hukuku alış-veriş, kiraya verme gibi meşrû denilen akitleri mübah kılmakla beraber akdi yapanların kabûl ettikleri fakat dînin esaslarına aykırı bazı şartları men etmektedir. Bazen bu memnû şartlar akitleri de iptal etmektedir; bunun mânâsı, nev'i ve mevzûu bakımından bizzat akdin gayr-i meşrû olması demek değildir. Bugün bazı ülkelerde sigorta şirketleri, millet meclisi veya belediye üyelikleri için adaylığını koyan kimseleri, seçimi kaybetmelerine karşı sigorta etmeye başlamıştır. Böyle bir şey İslâm'ın temel prensiplerine ters düşer; fakat bu gibi durumları kabûl etmek, sigorta sistemini şer'an câiz görmenin zarûrî neticesi değildir.


6. "Ölüm musibeti başınıza gelince..." (el- Mâide, 106)
(*) Uygulamada hayat sigortasının ölümle bir alâkası yoktur. Belli bir müddet prim yatıran şahıs, müddet sonunda toptan ve perakende yatırdığından çok para almaktadır. Şahıs ölürse parayı vârisleri alır. Şirket bu paraları vekâleten veya ortak olarak alıp meşrû yoldan işletip kârını vermedikçe meşrû olamaz. (H. K.)
7. Muvatta; Büyü', 63
8. Buhârî, Zekât, 85, Büyû', 82; Müslim, Büyû', 49 vd.; Ebû- Dâvûd, Büyû' 22; en- Nesâî, Büyû', 28.
9. Şâfiîler, vekâletin şümûlüne giren şeyler malûm olmadığı delîline dayanarak umûmî vekâleti kabûl etmiyorlar. Hanefîlere gelince; onlar bunu câiz görüyorlar; delîlleri: Vekâleti, müvekkilin bütün işlerine şâmil kılan umûmileştirme, burada bilinmezliğin mahzurunu bertaraf etmekte, engeli kaldırmaktadır; çünkü bilinmezlik, iki tarafın eşit delîller ile ihtilâf edebilecekleri bir problem doğuracağı için, şer'an akitlerin sıhhatine mâni oluyordu. Burada, vekâleti bütün işlere şâmil kılan genelleştirme sebebiyle o mahzur meydana gelmemektedir. Mâlikîler de bu hükümde onlara uymaktadır.
Bak. Bidâyetü'l- müçtehid, C. II, s. 253; Molla Hüsrev, ed-Durar şerhul- ğurar, C. II, s. 282-284; Raddü'l-muhtâr, C. IV, s. 399-403; el- Bedâyi' , C IV, s. 3, 23.
10. Raddu'l- muhtâr, C. IV, s. 21 (el- Emîriyye, 1. baskı); ed- Durar, c. II, s. 154 (el- Büyû')
(Bize göre hayat sigortasının caiz olmaması "bilinmezliğe" değil, faizciliğe dayanmaktadır. Hayat sigortasında tazmin edilen bir zarar yoktur, ortaklık ilişkisi kurmadan, az verip çok alma amacı vardır. H. K.)



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler